Bir roman, bir hikaye!
“Akdeniz güneşinin altında edebiyatla hayatın soluk kesen yarışı...”
Antalya’dan, Manavgat- Alanya yoluna doğru ilerlerken, havaalanına yaklaştığınızda, yolun sağlı sollu dev mağazalar tarafından işgal edildiğini görürsünüz. 1970’lerin başlarında Koyunlar köylülerinin ve Serikli Yörüklerin hayvan otlattığı, geceleri sivrisinekler, gündüzleri de havaalanına tek tük inip kalkan uçakların sesleriyle çınlayan bu bölge, seksenlerde pamuk ve sera işçilerini, doksanların başından itibaren de turizmin endüstriyel ihtiyaçlarının karşılandığı dev mağazaları ağırlamaya başladı. Son on yıldır da “her şey dahil” sisteminden yeterli girdiyi sağlayamayan turizm sektörünün elitlerine büyük paralar kazandıran kuyum, mücevher, halı ve deri “center” larını ağırlıyor. Bölgedeki turizm sosyolojisini ve ekonomik döngüyü derinden etkileyen bu “center”lar, havaalanında kente giren turistleri sayarak ülkenin turizm gelirlerinin kaç milyar dolar olacağını hesaplamakla meşgul turizm yetkilileri ve Lara- Beach Park arası dolaşıp avladığı üstsüz Rus güzellerinin fotoğraflarıyla sürmanşet yakalama telaşına düşen yerel muhabirlerin dikkatini pek cezbetmiyordu.
Bu girizgahtan sonra, önce yazının başlığına sadık kalarak, başlığın ‘roman’ kısmına değinelim. Sonra da hikayemizin kahramanına.
Hakan Günday’ın Ekim 2005’te Doğan Kitap’tan çıkan son romanı ‘Malafa’yla birlikte, dikkatler birden bu “center” lara yöneldi. Dikkatlerin yönelmesi sadece konuya edebiyat boyutunda ‘ilgili’ olanlar ve turizmin yarattığı dejenerasyon üzerine kafa yoranlarla sınırlı kaldı tabii. Romanda, Antalya’daki bir mücevher “center”ında atılan ‘tezgah’ları ve turizmin bu pek bilinmeyen dünyasını bir mücevher center’ında tezgahtar olan Kozan karakteri üzerinden anlatan Günday, bir süre içinde yaşadığı bu dünyanın mahremini aktarırken, (bir roman kurgusu olsa da) şaşırtıcı bir biçimde turizmin bu yapay cennetlerine ve son üç -dört yıldır efsanevi yükseliş hikayeleriyle medyanın ve siyaset kulislerinin gündeminden düşmeyen türedi zenginlerin yaşamına da inceden göndermeler yapıyordu.
Türk turizminin son on yıldır tıkanan bağırsaklarına uygulanan bir “endeskopi” operasyonuydu Malafa. Doğu- Batı kavramlarının gölgesinde yaşanan histerik ilişkilerin, haç- hilal sembolleriyle turizm üzerinden bu denli çarpıcı cümlelerle bir edebi metinde aktarılmasına pek alışık değildi turizm sektörü. Hakan Günday’ın bir söyleşisinde “ Bu bir ifşaat romanıdır” dediği Malafa, Türk turizminin “Kara Kutu”suydu.
Romana dönerek devam edelim. İşi center’a gelen, paralı ama köylü İsviçreli turistlere “tezgah atmak” olan kahramanımız Kozan, başı derde girdiğinde kokain çekip, Rus dilberleri ‘meterleyeceği’ , iki günlüğüne sığınmaya, ‘yok olmaya’ kaçacağı durumlarda, bölgede son birkaç yıldır şaşaalı açılışlarla ün yapmış bir otel zincirinin Belek’teki halkasına sığınır. Rus mafyasıyla ortak kurulduğu iddia edilen otelin sahibi Musa’nın hayatını, romanın satır aralarında gezinirken altını çizerek okuyalım:
“ Musa, Kalekapısı’ndaki boktan pasan dükkanında çalışırken, tesadüfen içeri giren, cüssesi bir ayınınkiyle eşit olan Rus’a öyle bir tezgah atmış ve mart’ı (adamı) o kadar şımartmıştır ki bir gün telefonu çalmıştı. Arayan Rus marttı. Mart, Moskova adındaki kentin ortaklarından biriydi. Mafya kelimesinin ilk üç harfini kaplayacak kadar güçlü olan mart, Musa’yı evine davet ediyordu. Bu tezgahtar masalında Musa, martın Moskova’daki evine gidiyor, orada ağırlanıyor ve bir teklifle baş başa bırakılıyordu. Teklif bir yatırıma dairdi. Tram (para) aklamak isteyen mart, Musa’dan bir oteller zinciri kurmasını istiyordu. Musa inanamıyordu.
Ama bugün Ares tatil köylerinin başındaki Musa, Tanrıya da, Moskova’daki patronuna da kimsenin inancının yetmeyeceği kadar tapıyordu...”
Malafa’daki Musa’yı ve onun inanılmaz hayatını, Cüneyt Arkın’ın 1964 yılında çevirdiği ‘Sıkı Dur Geliyorum’ filminden hafızalara kazınan bir replikle bir kenara not edip, hikayemize geçelim: “ Canımın içi böyle şeyler yalnız romanlarda olur...”
Hikayemizdeki kişilerin hepsi gerçektir. Kendi ağızlarından aktardıkları inanılmaz yaşam öyküleriyle, başta medyanın ‘turizm lobicisi’ köşecileri olmak üzere; işadamlarından, cemaat önderlerine, başbakandan Rus oligarklarına, Papa’dan, Elton John’a kadar bir çok ünlü kişiyi ‘derinden’ etkilemiş kanlı canlı kişiliklerdir. İşte hikayemizin 35 yaşındaki kahramanının, Hürriyet Gazetesi’nden Yener Süsoy’a 26 Nisan 2004’te verdiği mülakatta kendi ağzından anlattığı hikayesi:
“ Bir gün mağazaya İgor adlı bir Rus geldi, hoşbeşten sonra 50 bin dolarlık mal seçti. Sıra ödemeye gelince ‘Üzerimde bu kadar nakit taşımam, hesap numaranı ver, gidince göndereyim’ dedi. Adamla 3 gün beraber yemişiz, içmişiz, o kadar ikna etmişim, gel de işin içinden çık. Yener Ağabey verdim ama, adam necidir bilmiyorum, ya para gelmezse. Sözünü tuttu, ben de derin bir oh çektim. Bir süre sonra İgor beni Kiev’e davet etti, çantalarımı alıp gittim. Uçaktan iner inmez adamları beni havaalanındaki özel VİP’ten alıp kalacağım otele götürdü. İgor beni yemeğe götürmek için otele geldiğinde anladım ki, bu adam sıradan bir Rus değil. Arabalar, korumalar, biz geçerken yollar kapanıyor. Yemekte öğrendim ki İgor Gumenyuk dünyaca ünlü bir işadamı. İlk sözü ‘Beni hiç tanımadan sadece sözüme güvenip borç verdin. Bundan sonra yanında böyle bir dostun var, bütün kapılarım sana açık’ dedi. Sözünde de durdu. Belek’te birlikte arsa aldık, inşaatını 8 ayda bitirip 1 Mayıs 2001’de Belek Rixos’u açtık...”
Hikayemizin kahramanı, baş döndürücü ve yalnız romanlarda görülebilecek türden hikayesini aynı cümlelerle üç- dört yıl boyunca durmadan anlatmıştır. Dört büyük gazetenin yerel temsilcilerinin ağırlandığı yatlarda; Florida- Miami kıvamında servis, bermuda şort, Franc Muller saat fonlu ve bitmek tükenmek bilmeyen bir Şark masalı havasında anlatılan kıvrımı bol, dantelalı bir hayat. Kimine göre masal, kimine göre efsane, kimine göre de sadece ‘hikaye...’
İçinden futbol kulübü yöneticileri, başkanları, tarikat liderleri, bakanlar, başbakanlar, milyar dolarlar, ultra- lüks yatlar, Disneyland’lar, jet uçaklar, limuzinler, bankalar, krediler, mücevherler, ihaleler ve dinleyeni ‘manyaklaştıracak’ elastikiyette olaylarla dolu bir hikaye.
Anlatıcının “tezgahtar” dinleyenin gazeteci olduğu sohbetlerde ortaya tuhaf bir hikaye çıkar. Hikayeyi dinleyen üçüncü şahıslar, yani okurlar, geçmişten alışkındır bu duruma. Her iktidar döneminin ‘muktedir’ hikayecileri vardır. Hikaye, kimi zaman Sultanhamam’da bir manifaturacı dükkanında başlar, kimi zaman da Ankara’nın, dar arka sokaklarında... Çoğunlukla da ‘Yüce Divan’ da biter. Anlatıcının kimliği değişse de, hikayenin örgüsü değişmez. Bu yüzden Türkiye, dünya üzerinde tezgahtar siyasetiyle yönetilen, tüccar siyasetiyle dış politika üretilen tek ülkedir.
Biz yine romana dönelim:
“...Kontramanyak tezgah bir gösteridir. Yüksek tezgahtar elastikiyeti gerektirir... Başarılı bir kontramanyak tezgahta, müşteri hiçbir şey anlamaz ancak her şeye hak verir. Konudan konuya sıçrayarak yapılan konuşmalar, müşteriye nerede olduğunu ve neden orada olduğunu unutturur. İleri kontramanyak tezgahtaysa konuşulan dilin kalitesiyle oynanır. Bazen anlamamak, bazen de anlatamamak gerekir. Bir dakika öncesini sözlük yazarı gibi konuşan tezgahtarı aniden kelimeleri bulamamaya başlar ve müşteri yeniden kaybolur... Tezgahtarlığın zorluklarından biri tekrardır. İnsanın en zor dayanabildiği çalışma koşulu olan tekrar, sağlıklı bir aklın ani ölümüne neden olur. Aynı cümleleri aynı mimikler eşliğinde iki bin kez söylemiş olan tezgahtar, artık ne dediğini duymuyordur. Başka konular üzerinde yoğunlaşıyor, müşterisinin banka hesabında ne kadar tramı (parası) olduğunu ya da yanındaki ahçiğin (kadının) vardik (külot) rengini tahmin etmeye çalışıyordur. Kendisini duymayan tezgahtar, konuşmanın hangi bölümünde olduğunu karşısındakinin yüz ifadesinden anlar...”
Romanda, ileri tezgahtarlık teknikleri böyle anlatılıyor.
Hayatın edebiyatla yarıştığı hikayemizde, anlatıcı, genellikle hakkında ortaya atılan iddiaları yanıtlamak ve eleştiren iradeyi felç etmek için ‘tezgahında’ ağırladığı gazetecilere, uluslar arası bir diplomasi diliyle projelerini anlatır. Hikaye, dinleyen herkesi büyülemiştir. Ekonomist gazeteciler, istihbarat şefleri ve duayen köşe yazarları; anlatıcının vizyon sahibi bir geleneğin devamı olduğunda hemfikirdir. Sorular projelerin kaynağına, kısa bir sürede bu muhteşem servetin nasıl oluştuğuna geldiğinde, romanda anlatılan tezgahtar teknikleri incelikle uygulanmaya başlanır. Anlatıcı, hayatının sır dolu kıvrımlarını ustalıkla sergilediği manevralarla daha çok süsler:
“Fethullah Hoca benim için bir değerdir, bir idoldür; sık sık Amerika’ya gidip ziyaret ediyorum. 12 yaşımdayken Van’da onun misyonunu temsil eden insanlarla görüşmeye başladım. Lisedeyken vaazlarını dinlemek için Antalya’dan İzmir’e giderdim. Annem, babam hacıdır, her ikisi de Fethullah Hoca’ya, Said-i Nursi’ye sempati duyar. Hoca Efendi bize inanılmaz boyutta insan sevgisi aşıladı, ortaya koyduğu misyonu sonuna kadar destekliyorum. Hoca Efendi’nin önderlik ettiği, aslında Rus-Türk dostluk derneği olan Tolerans Eğitim Vakfı’nın kurucularındanım. Bu vakfın Rusya’daki okullarına gönülden destek oluyorum...
(...) Tayyip Erdoğan’ın adamı mıyım, evet adamıyım, çünkü çok doğru işler yapıyor. Ben de bu ülkenin başında doğru işler yapan bir insanın adamı olmaktan gurur duyuyorum. Kendisiyle ilk kez geçen yıl Kazakistan, Azerbaycan gezilerinde tanıştım, muhabbet ettik. Tanıyınca da aşık oldum, çünkü çok mütevazı, tipik bir Anadolu insanı. Sizi dinliyor, fikrinize değer veriyor, asla dikte etmiyor, etrafında duvarlar yok. Yaptıklarımı takip ediyor, bana destek oluyor, Türkiye aşığı bir adam Tayyip Bey. Tanıdığım ilk günden beri haftanın 3-4 günü onu rüyamda görüyorum.
(...) Atatürk’ün bu ulus, bu vatan için yaptıklarını görmemek için kör olmak lazım. 10 sene önce fikrim böyle değildi, her geçen gün Atatürk’e sevgim, saygım artıyor.
Laikliği savunuyorum ama, ne yazık ki hala Türkiye’de baskı gören de var, baskı yapan da. Türkiye’deki ibadet özgürlüğü bugün Suudi Arabistan’da, İran’da yok. Doğru dürüst namazını kılan, orucunu tutan, kimseye bulaşmayana kimse bulaşmıyor. Bu gerilimi, ‘İmam hatipler arka bahçemizdir, bize oy vermeyen Müslüman değildir’ diyen siyasiler yarattı.
Ben Kürt’üm, Türk pasaportunu ise gururla taşıyorum. Her türlü bölücülüğe, ırkçılığa karşıyım...”
Türkiye, hikayeden hayatların romanlaştığı bir ülkedir. Hikaye etmek bir Doğu geleneğidir. Hikaye edenlerin çoğunluğu, bir süre sonra kendi hikayesine kendisi de inanmaya başlar. Bu yüzden baş edemediği haramilerden kahramanlar yaratan bir ülkedir Türkiye. Haramilerin hikayeden hayatları destanlaştırılıp gecekondu duvarlarına çerçevelenir. Gecekondu duvarları arasında törpülenen hırslar, patlamak için turizm sezonunu bekler. Bu yüzden Antalya’da; küçük bir Diyarbakır, orta boy bir Konya, büyükçe bir Isparta kurulmuştur. Aşiret, tarikat ve siyaset lordlarının en verimli arka bahçeleri Akdeniz’in güneşiyle harman olurken, bir türlü patlamayan turizmin ‘gelecekteki patlama’ düşleriyle sosyal patlamanın da önüne geçilir.
Önümüzdeki iki üç yıl içinde hacimli bir romana dönüşmesi muhtemel olan hikayemiz burada bitmez elbette. Güneşi, toprağı ve yanık tenli insanlarından başka satacak bir şeyi kalmayan ülkelerin ortak kaderine doğru hızla sürüklenen bir ülkenin yarattığı sosyal fonda, bu hikayeleri daha çok dinleyeceğiz. Seksenlerde, Orta Avrupalı edebiyatçıların Aziz Nesin’e sık aldığı ödüllerden ve üretkenliğinden dolayı; “ ülkenizde öyle bol malzeme var ki, sizi kıskanmamak elde değil!” diye takıldıkları söylenir.
Malzemenin ve hayatın edebiyatın önünde seyrettiği bir döneme girilen ülkede, artık yaşanan hiçbir duruma; “ işte tam Aziz Nesin’lik bir olay!” demiyoruz.
Malzemenin baş döndürücü hızını yakalamaya çalışan Malafa’yla bitirelim en iyisi.
Biz hikayemizi anlattık, kahramanını bulmak size kalsın:
“Tezgahtarlar bin bir tezgahla Avrupa Birliği’nin kurucu üye ülkelerinin vatandaşlarından tane tane yumoş ( Euro) indirirken, Türk hükümetleri milyonlarca yumoşluk savaş uçaklarını tek tezgahta satın alır. Oy verenler hayatta kalmayı öğrenip tezgahtar olurken, oy alanlar, siyasi kariyerleri boyunca turist kalır..”
Hikayemizin kahramanı için ip uçları: Lara Kent Parkı İhalesi, Beldibi’nde, Kazakistan Konuk Evi’nin bahçesine dikilen beş yıldızlı otel arazisinin Sayıştay Raporlarına da geçen ‘bedelsiz tahsisi’, Başbakan’ın ailesiyle yıllık ‘mutad’ tatillerini geçirdiği yedi yıldızlı otel zinciri ve Güney kıyılarını kaplayan bol yıldızlı otellerin, yaldızları kazındığında altından çıkma olasılığı yüksek olan Rus oligarkları...
Artık kalın bir halata dönüşmüş olan bu ipuçlarını muktedirlerin ne zaman çözeceğini de siz tahmin edin
Yorumlar