Gözyaşıyla gusül abdesti
Tüketim katedrallerinde çocukların öldüresiye dövüldüğü günlere geldik. Gözünüz aydın. “hırsızlık yapmasın o da” diye buyurdular büyükleri.
Olur. Peki.
Ya o katedralleri insanlıktan çalanlara ne diyeceğiz?
Çocuklarını yetiştirme yurduna ver, tüketim tapınaklarını kutsa, konu kapansın. Hepsi bu mu?
Feliçita Mehmet’ten, Cevahir’e esirgenemeyen çocuklarımız...
Türkiye yetiştirme yurtlarında yaşanan sessiz dramla geçtiğimiz yıl sonuna doğru Malatya Çocuk Yuvasında yaşanan dayak skandalıyla birlikte toplu halde yüzleşmeye başladı. Neredeyse tüm ülke iki hafta boyunca bu konuyu konuştu. Olayda sorumluluğu bulunan bakanların, yetkililerin medyatik pozlarla birkaç yurt gezip, göstermelik çocuk sevme şovlarının arkası kesilmeden ve Malatya’da kanayan yara henüz kabuk bağlamadan, Diyarbakır’dan gelen haberler, ülkenin “esirgenemeyen” çocuklarını bir kez daha gündeme taşıdı. Diyarbakır’daki yurtlarda adları kayıtlı bulunan 34 çocuğun kayıplara karışması, yetkilerin olay karşısındaki mutad açıklamaları, “Şüuyu vukuundan beter” bir duruma dönüştü. Devletin esirgeyemediği çocukların çığlığı da, ekonominin ve borsanın belirlediği gündemin arasında unutuldu gitti.
Oysa Türkiye, bu tartışmalara yıllardır aşinaydı ve sessizce izliyordu. Malatya çocuk yuvasında yaşananlar sadece patlayan irinin cerehatı olarak her yana yayılırken, patlayamayan yüzlerce yara canları yakmaya devam ediyor. Seksenlerin başlarında Ertürk Yöntem’in TRT’de hazırlayıp sunduğu “Perde Arkası” adlı programında, söylediği feliçita şarkısıyla tüm ülkeyi gözyaşına boğan ve programdan sonra Feliçita Mehmet adıyla anılan tinerci gencin dramatik öyküsü cinnet ile iki yüzlü bir masumiyet arasında gelip giden toplumsal travmanın medya aracılığıyla ilk kez halka yansıtılışıydı belki de. Ardından Uğur Dündar ve benzeri haberciler bir biri ardına yeni Mehmet’ler buldular...
Halk, Feliçita Mehmet’i öylesine sevmişti ki, o dönemin çocukları birbirilerine “Feliçita” lakabı takmaya başlamışlardı. Sokağın kendi dili ve şiddetin toplumsal kabul görme biçimiyle harmanlanan otuz yıllık zaman diliminde ne Feliçita Mehmet’ler azaldı ne de medyanın izbe çocuk yuvalarına olan iki yüzlü ilgisi. 12 Eylül’ün karanlık ve izbe işkence hanelerinde kendi çocuklarını boğazlayan bir ülkenin iki yüzlü medyası, Feliçita Mehmet’lerin dramatik öyküleriyle günah çıkartıyordu. Osmanlı’dan, Cumhuriyet’e miras kalan kamuya yararlı derneklerden biri olan Çocuk Esirgeme Kurumu’nun geçirdiği dönüşümün, siyasi göstergelerle paralellik göstermesi de, devletin ve siyaset erkinin toplumsal travmalardan koruması gereken kendi çocuklarına nasıl baktığının da bir göstergesidir.
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun temelleri, 1909 Adana katliamından sonra yetim kalan Ermeni çocukları himaye etmek için Abdülhamid tarafından kurulması planlanan ‘Darüleytamlar’a ( yetimhaneler) dayanır.1908’de Kırklareli’nde kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti de, 1917’de merkezini İstanbul’a taşıyarak 17 ocak 1921’de padişahın koruması altına alınmıştı. Ankara’da mebuslar da 10 Haziran 1921’de Himaye-i Etfal Cemiyetini kurumlaştırdılar ve 1927’de Meclis’in açılış günü olan 23 Nisan Himaye-i Etfal Günü olarak kutlandı. İttihat ve Terakki zamanında bu haftayı çocuk, ağaç ve idman haftası olarak kutlanılan bir bahar şenliğine dönüştürmeyi hedeflemişti. 1929’da ‘çocuk haftasına dönüştürülen bayram, 1935’te ulusal egemenlik bayramı adını alana kadar bu adla kutlanır. 1923’te yiyecek yardımı, 1924’te paralı ve parasız süt dağıtımı, 1925’te yiyecek, okul, doğum yardımı veren kurum, 1927’de banyo, 1928’de bahçe sahibi oldu ve 1929’da doğrudan koruma faaliyetine başladı. 1925’te Keçiören yuvası kurulmuş, 1946’da kreş sayısı 25’e ulaşmıştı. 12 Eylül’den sonra Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu adıyla devlet dairesine dönüştürüldü.*
Seksenlere kadar kendi yağıyla kavrulmaya çalışan ve 12 Eylül’den sonra kimliğiyle birlikte işlevi de dönüşüme uğratılan çocuk yuvaları hakkında Prof. Dr. Oya Köymen, Keçiören Çocuk Esirgeme Yuvası’nın yöneticilerinin kurumların desteklenmesi için başlattıkları girişimlere rağmen devlet erki tarafından ilgisizlikle karşılandıklarını yazar ve ekler:
“12 Eylül’den birkaç ay sonra ise yurtlar Milli Güvenlik Konseyi tarafından kapatıldı. Oysa Kenan Evren, ‘yurtların mükemmel hale getirildiğini’ iddia ediyordu...” **
Kenan Evren’in mükemmel (!) hale getirdiği yurtlar bir yana, ülkenin taşrasında başka türden bir yurt faaliyeti hızla yükseliyor ve 12 Eylül’ün fırtınalı günlerinde evlatlarını yitiren bir halk gözyaşlarıyla bu yurtlara koşuyordu.
O yıllarda adını şimdiki kadar sık duymadığımız Fethullah Gülen, 1978’de Sızıntı dergisinde ünlü Ağlayan Çocuk kapağı eşliğinde bol ağdalı bir dille kaleme aldığı “Bu ağlamayı dindirmek için yavru” başlıklı yazıda, taşranın “boynu bükük” çocuklarının acılarını dindirmeye talip olduğunun dile getiriyordu:
“Senin uğruna bu yola atıldık. Acılarına ortak olmak, ızdırablarını dindirmek, gönlünü abad etmek için... Bize gönül koyma! ‘Ağırdan aldık’, vaktinde imdadına yetişemedik... Hem de sana el uzatmaya utanıyorum... Zülüflerini tarumar edip bu hale koydular. Beynini söndürürken, kalbini kursağına yedirirken, görmüştüm olup bitenleri ve uzatamamıştım günahkar ellerimi..
Sızlanışına rağmen uzatamamıştım... Kaderin Faust’un kaderi, ama Mefiston kim? Kim reva gördü bunları sana? ...Şimdi bana müsaade et de, şu badirede Bahadır’ın olayım. Mızrabımı senin için vurup, feryadımı ruhuna duyurayım. Bu fırtına ve bu yangında, gerektiği an imdadına koşamadığım için de, kaldırım taşı gibi şu mücrim başımı ayaklarının altına koyayım ve bütün mücrimler adına senden özür dileyeyim: Bir keyf uğruna varlığına sebebiyet verenleri, etine kemiğine bağlanıp gönlünü unutanları, bir geçici dem için ebediyetine kıyanları, ruhuna hoyratlık aşılayıp sefaletini hazırlayanları affeyle yavrucuk...” ( Sızıntı-Şubat 1979)
Gülen’in yazısına fon yapılan Ağlayan Çocuk portresi, seksenli yıllarda kaynağı bilinmeyen, halkın yarattığı anonim bir ikona dönüşür. Dolmuşlarda, berber dükkanlarında, taksilerde ve evlerde; her köşe başında ağlayan çocuk resmi eşliğinde merhametten bir din, milli bir simge inşa edilir. Gülen’in yazısı da benzer bir etkiyi beraberinde getirir. Yazı, taşrada elden ele gezdirilirken, yazının yayınlandığı dergiler büyük propagandalar eşliğinde en ücra köylere kadar yayılır. Taşra kasabalarında binlerce aile çocuklarını kendi elleriyle cemaat yurtlarına teslim eder. Devletin ve tarihin kırılma noktalarında en çok örselenenler çocuklar olur. Ağlayan çocukların oluşturduğu bu sese devlet kulak vermezken, birbiri ardına açılan cemaat yurtlarında, karanlık, izbe tarikat evlerinde geleceğin suskun yüzleri olarak bellekleri köreltilecektir.
Otuz yılda ağlayan çocukların gözyaşlarıyla vicdanlarını yıkayan ve oluşturulan iki yüzlü merhamet avcılığından beslenen bir siyasi- cemaat kültürü yaratıldı.
Siyasetçi tayfası ve onun semirttiği muhafazakar ahlak anlayışı, ağlayan çocukların gözyaşlarıyla gusül abdesti almaktan da çekinmedi.
Ya bu ağlamayı kim dindirecek?
* Cumhuriyet Pazar-06/11 2005
** Gündelik Hayatımızın Tarihi: Kudret Emiroğlu- Dost Kitabevi
Yorumlar