İdeoloji ve kadın


“Dünyanın neresinde bir insan topluluğu kurulduysa bu toplulukların hepsi de matriyarkaldi... Çünkü kadınların dünyaya insan doğurdukları, ama erkeklerin çocuk doğurmadıkları görülüyordu. Sebeple sonuç arasında geçen dokuz ay ise, doğumda erkeğin payını göstermeyecek kadar uzundu...” ( Halikarnas Balıkçısı- Anadolu Efsaneleri )

Adam eksikti...

“Ve Rab Tanrı, Adam’dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı. Ve onu Adam’a getirdi. Ve Adam dedi: şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir.” (Tekvin II/ 23-24.)

Kadın eksikti...

“ İsa, Meryem’in ikizidir. Doğduğunda karnındadır. Sonra rahmine düşmüş ve Meryem İsa’yı doğurmuştur. Bu yüzden Meryem, bakire diye bilinir. Kendi ikizini doğuran bir kadın. Hepsi bu. Büyütmemek lazım. Milyonda bir ihtimal, ama sadece gazete haberi kadar değerli...”
( Hakan Günday- Azil )


Herkesin kafası karışıktı...

Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı...

İdeoloji ve kadın kelimelerinin yan yana gelmesinin tarihi belki de Havva’ya kadar geriye götürülebilir. Tıpkı Adem ve Havva’nın kahramanları olduğu o bildik yaradılış efsanesi gibi, ideoloji ve kadın da birbirini bu biçimde üreten iki paralel kavram. Adem vardı ve varlığını anlamlandıracak bir kanıta gereksinim duydu. Havva’yı yarattı. Havva’nın varlığıysa, koparılıp varedildiği kaburga kemiğinin işleviyle ölçülebilecek kadar anlamlıydı. Çünkü insanlığın geldiği eşikte, kadının binlerce yıllık iktidarının, tanrıçalığının, doğurganlığının ve sonsuz üretkenliğinin takası yapılıyordu. Kadın, binlerce yıllık rolünden feragat etmişti. Doğurganlığından ruhsal olarak vazgeçmişti. Artık yalnızca fiziksel olarak doğuracaktı. Ve erkeğin kendisini doğurmasına izin verdi.

Bu, insanlığa bir yaradılış efsanesi olarak sunulsa da aslında kadının kendini binlerce yıllık üretim-yaratım-doğurganlık bandının dışına çıkarmasıydı. Kadının ilk yenilgisi yani. Bir daha asla elde edemeyecekleri bir uygarlık seviyesinin lağvı. Kadınlığın Sevr anlaşması. Binlerce yıl sonra her gün duymak zorunda kalacakları “eksik etek” cümlesinin ilk kabul edilişi. Kendi yaratmadıkları ama cinsiyetlerinin kutsallığına atfedilen sahte anayasanın ilk imzalanması. İlk ideolojileriyle tanışmaları...

İlk ideolog Adem’di. İlk ideolojiye maruz kalansa Havva. İlk Anayasayı Adem yazdı. İlk maddesi şuydu: eksiksin, unutma! Sonrakilerse şöyle: Seni ben yarattım. Kaburga kemiğimden. Fazla uzağa gidemezsin. Soluksuz kalırsan bana döneceksin!..

Ve kadınlar, anayasaya harfiyen uydular. Soluksuz kaldıkça döndüler...

Adem çok çalıştı. Şimdilerde bir otomobil reklamında kullanılan ifadeyle “ erkek, hep dışarıdaydı!” Koloniler, ticaret yolları, köprüler, pazarlar kurdu. Adem, dinsel bir yaratılış efsanesinin öznesi olsa da, aslında dünyevi bir yaşama biçimine işaret etti. Dünyevi ve kuralları olan. Dünya Adem’in eviydi. Havva’ysa, onun eve dönmesini bekleyen.

Adem, ilk ideolog’du. İlk seküler erkek. İlk devlet. İlk peygamber. İlk baba. İlk eş. İlk sevgili. İlk katilin babası. İlk enseste tanık olan. İlk rolü o biçti kadına: yardımcı kadın oyuncu!

Sekülerizmin kadına biçtiği rol, devletin halka biçtiği rolle paralellik gösterir. Seküler yaşamın keskin ve köşeli kuralları vardır. Hukuk, sosyal adalet, eğitim, sağlık ve bireysel hakların çerçevesini belirlediği bu kurallara göre, insan tekinin mutlu olması için bütün ayrıntılar düşünülmüştür. Devasa otoyollar, pırıltılı alışveriş merkezleri, ultra modern sanat merkezleri, galeriler, restoranlar, finans kurumları, güzellik-sağlık; ruh-beden-mekan birlikteliği üzerine yüzlerce teori ve uygulama...

Bütün bu pırıltılı hayatın en çok şekil verdiği alan kadın kimliğidir. Küresel sermayenin saldırısı altındaki milyonlarca kadının kendini savunma mekanizması da ne yazık ki yine küresel sermayenin güdümündeki seküler yaşamın bizzat kendi içinden geliştiriliyor. Bir başka deyişle, şu veya bu şekilde liberal tüketim bandının dışına çıkmış olan kadınların tekrar dolaşıma sokulması, küresel sermayenin ideolojisini belirlediği ulusötesi kurumlar eliyle gerçekleştiriliyor. Bir an bile tüketeceği olguyu düşünmekten uzaklaşırsa mutsuzluğun dibini bulacak olan kadınlar, yeniden tüketebileceği, bunu ibadet eder gibi düşüneceği o ışıklı günlerin büyüsüyle yaşıyor.

İdeolojinin uygulayıcısı olan devlet ya da kurumların kadına verdiği dar alanda yaşanan bu dönüşüm, bir iktidar aracı olarak kadınların da bunu kullanmaya başlamasıyla her gün yeniden üretildi. Kadın, bir bakıma devletle özdeşleştirdiği erkeğe, -aslında buna iktidar olan erkeğe demek daha doğru olur- devletle kurduğu ilişkinin bir benzerini kurarak ona farklı anlamlar yükledi. İktidar olandan hem nefret edilir, hem de boyun eğilirdi. Yeri geldiğinde susulur, yeri geldiğinde aldatılır, yeri geldiğindeyse ağıt yakılırdı. Modernizmin kadına yüklediği bu ağır vebal, günümüz kadınının taşımakta zorlandığı bir yük haline geldi. Kadının ideolojiyle belirlenmiş günlük yaşamı, kendisine biçilen rolün hakkını verdiği sürece kabul görmesiyle sınırlanan bir uygulamaya dönüştü. Aslında yazılı olmayan bir toplumsal uzlaşmanın kurallarının geçerli olduğu bu alanda kadın, gündelik yaşamında ideolojiye yaptığı vurgu ve dolaşımda olan ideolojik dilin pratikteki uygulamalarıyla genel kabul görme biçimini yükseltiyor ya da tam tersi bir sonuca götürüyordu. Örneğin, dolaşımdaki ideoloji siyasal İslam’sa kadın türbana bürünüyor, Laisist bir rejim söz konusuysa da türbanın yerini şapka alıyordu. Söylemler de bu iki kavramın diliyle beslenerek belirleniyordu.

Baskın toplumsal ideoloji, ki bunun iktidarda olması gerekmiyor; kadının bedenini kendine yamamaktan, kendisine içkin kılmaktan aldığı güçle toplumsal dinamiklerin bütün atardamarlarının neredeyse tek belirleyicisi oluyordu. Mussolini’nin İtalya’sı, Hitler’in Almanya’sı ve Roosevelt Amerika’sında bu ideolojini diliyle oluşturulmuş binlerce toplumsal proje, erkin kadını nasıl algıladığının anlaşılması bakımında şaşırtıcı malzemeler verir.

Kadın, ideolojinin ve onun izdüşümü olan erkeğin kendisine rolle binlerce yıllık ruhtan yoksun kalıyor ve devasa bir bedensel ikona dönüşüyordu. Kendisine sunulan her türlü kamusal olanaklara, toplumsa kabul görme ayrıcalıklarına karşın acı çekiyordu kadın. Mutsuz ve umutsuzdu. Ve mutsuzluğunun nedenini sürekli içinde yaşadığı genel ruh halinin toplumun tamamına egemen olamayışına bağlıyordu. Yani onun ideolojisi yeterince iktidar araçlarını kontrol edemiyordu, buna türlü engeller çıkarılıyordu. Eğer onu biçimlendiren ideoloji toplumun genelini de biçimlendirseydi içinde yaşadığı bu mutsuzluğu açıklayabilecekti. Kendisi gibi olmayan toplumun diğer kadınlarına üzülüyordu. Yaşamını onları da kendisi gibi yapabilme uğruna feda edebilirdi. İdeoloji tanrıydı çünkü ve tanrılar kurban istiyordu.

Toplumsal hafızamızın son otuz yılını bu kavramların birbiri ardına günlük hayatımıza girmesiyle tükettik. İslamcılık, Laisizm, Türkçülük vs gibi temel ideolojilerin sırasına göre yer değiştirdiği kamusal alanda kadın, hep bu uygulamaların nesnesi konumunda sürdürdü varlığını. İktidar araçlarını kullanan erkeğin, kadını iktidarın yaslandığı dayanaklardan biri olarak görmesi bir yana, kadınlar da erkekleri ideolojilerinin ölçüsünü belirlediği bir kimlikle yarı iktidar sahibi olarak kutsadılar. İdeolojilerinin içlerinde oluşturduğu ruhsal boşluğa, türbanı, bayrağı, türlü rozetleri ve simgeleşmiş modern sembolleri-ikonları yerleştirerek örselenmiş kadınlıklarına tampon yaptılar. İktidarın ya da ideolojinin kendilerine tanıdığı alanlar içinde ürettikleri yapay mutlulukla, içinde yaşadıkları topluma değer katma çabaları sonuçsuz kaldı...

İdeolojileri ya da iktidarlarıyla özdeşleştirdikleri eşleri, sevgilileri ya da toplumun diğer erkekleri; kendilerini geliştirmek için kadınlarının bu mutsuzluğunu uzun iktidar yürüyüşlerine yol yapmaktan kaçınmadılar. Erkeğin hakim ideolojiden aldığı genel kabul görme biçimi ve bunun kodları kadın üzerinde üstü örtülü bir denetim mekanizması kuruyordu ve kadın bu denetim mekanizmasının varlığını algılasa da bunun seküler yaşamın doğal bir sonucu olduğu konusunda sürekli ikna ediliyordu. Bazen bizzat erkeği tarafından, bazen de mensubu olduğu ideoloji tarafından, çoğunlukla da kendi kendini ikna etmesiyle son buluyordu bu düşünce.

Hakim ideolojinin ölçeğine göre çağdaş olan erkek, kendisine verilmiş bütün toplumsal rollerin üstesinden gelerek -ki bunu görülmeyen bir erkek dayanışmasına borçludur- katettiği bütün bu yol için ideolojinin diğer kadınları üzerinde kendini denetim kurma yetkisinde görmeye başlar. Bunu en genelden en özele kadar indirger ve sonunda kendisine, konumuna göre seçtiği kadın üzerinde ideolojinin kendisine biçtiği değerler ve yüklediği anlamlar üzerinden örtülü bir hegamonya uygular. Kadına tanıdığı bütün alanlar, aslında kendisinin de iyi bildiği alanlardır. Sınırları zorlamadığı sürece kadın bu alanlarda rahatça dolaşabilir, alışveriş yapabilir, sağlık, güzellik ve ruhsal terapilerde bulunabilir, kredi kartı limitlerini zorlamadan harcama yapabilir ve en önemlisi de kadın, kendi ruhsal boşluğunu büyütecek bu devasa çarkı kendi elleriyle çevirebilir...

İdeolojiyle belirlenmiş kadın yaşamlarının içinde bulunduğu kırılgan ruh hali, erkeğin ekonomik ve sosyal olanaklarını kadın üzerinde bir baskı aracı olarak kullandığı sürece devam edecek. Erkek ve ideolojisi, kendini bu sorumluluktan kolayca sıyırarak, kadınların kendini bulmalarını engelliyor. Kendilerini bulamayan kadınlar, içlerindeki büyük boşluğu doldurmak bir yana, binlerce yıllık teslimiyetin kendilerine her hatırlatıldığında bu boşluğu büyüten dile ve söyleme daha çok sarılıyorlar. Her eleştirdiklerinde, kendilerini hapseden ideolojinin kalın duvarlarına toslamış vaziyette bulan kadınlar, bu hücreden her uzaklaşma girişimlerinde yeniden ideolojinin hegomonyası altına girmekten kurtulamadılar.

Kadınların binlerce yılda oluşturduğu ruhsal özgürlük ve vahşiliğin o doğal coşkusuyla ördüğü duvarlarına ideoloji, sembol ve teslimiyetin fotoğrafları yakışmıyor. Kadınlar kaburga kemiklerini iade etmeli. Diyetlerini ödemeli. Bumerang gibi onu fırlatan ele geri dönmemeli. Kadınlar kendini yeniden doğurmalı. Kadınlar kişilik haklarına saldırıdan dolayı Adem’e kamu davası açmalı.

İdeoloji kadının ruhunu çürütüyor. İdeoloji kadını öldürüyor. Kadının duvarlarına, her gün kendini yeniden üreterek kurduğu dünyanın, kendinden emin o gülümseyen fotoğrafı yakışıyor. Kendini yeniden tanrı kadın olarak görebileceği, doğurulmuş değil, yaratan olarak, yardımcı kadın oyuncu değil, kendi yaşamının başrol oyuncusu gibi görebileceği bir fotoğraf. İdeolojinin ve Adem’in söylemiyle “ Havva anamız” gibi değil, yoldaşımız, kadın arkadaşımız, sevgilimiz, ruh eşimiz gibi gülümseyen bir fotoğraf...

Yorumlar

Popüler Yayınlar