Beygir dışkısından sosyoloji devşirmek...
Menderes’ten Erdoğan’a Demirkırat’ın ‘medyamorfoz’u...
Papirüs’ü eski Mısırlılar, kağıdı Çinliler, sıfırı da Araplar buldu.
Domates Peru’dan, Portakal Hindistan’dan yayıldı dünyaya...
Yarışmacıdan ve mankenden köşe yazarını ise, Türkler icat etti!
Helin Avşar’ın köşe yazarlığına başlamasına değinecek değilim; bundan daha vahim durumlarla karşı karşıyayız çünkü. İsimleri de size kalsın, biz sonuçlara bakalım.
Türk medyasının icat ettiği televole kültüründen özene bezene damıttığı bu yeni köşe yazarı türü hızla genelleşerek medyanın ve genel iletişim dilinin seviyesini kendine çekmeyi başardı. Ve son yirmi yılda bu kültürün yarattığı çürümenin Cumhuriyetle birlikte gelen Batılılaşma çabalarının doğal bir sonucu olarak yansıması/yansıtılması süreci, sonunda bu kültürün içine bilimsel olarak ‘sıçılmasıyla’ noktalandı. Önemli olan değerler değil, ‘baskın’ olabilmekti. Mahmut Makal’ın 1950’de yazdığı ‘Bizim Köy’ kitabında anlattığı Anadolu’nun o güne kadar kentten görünmeyen çarpıcı yoksulluğu, kitap Demokrat Partililerce meclis kürsüsünden gösterilerek “ işte cumhuriyetin 20 yılda ülkeyi getirdiği durum bu” denilmiştir. Tersine propagandanın en ‘hin’ örneklerinden birini veren bir siyasi geleneğin, kendi ağababalarının eliyle yaratılan çürüme kültürünü de benzer biçimde cumhuriyete fatura etmesinde şaşılacak bir şey yok.
Modernleşme işaretlerinin yalnızca sosyal yaşamda ve televole kültürüne indirgenerek sunulması, varoşları dolduran göç vurgunu milyonların bütün modern değerlere bunun üzerinden karşı çıkmasını sağladı. Medyanın beslediği bu sürecin sonunda bu ezici çoğunluğun kendilerini kente teğelleyen siyasi erkin şark kurnazlığıyla örülü İslam anlayışına ‘sığınarak’ AKP’ye yaslanması ayrı bir tartışma konusudur. Ülkenin sosyal bilimcileri medyayla el ele vererek AKP’nin toplumsal alandaki sağlamasını yapmakla meşguller şimdilik. Yaşamını, Mülkiyeliliğin kendisine kazandırdığı değerlerle kitle kültürünün anlaşılması üzerine inşa eden sosyolog Prof. Ünsal Oskay, her fırsatta varoş vurgusu yapan ve siyasi kariyerini çağdaş değerlere saldırarak inşa eden Kasımpaşalı başbakanın üslubuna rahmet okutacak nitelikteki açıklamalarıyla sosyoloji literatürüne beygir dışkısını sokan ilk biliminsanı oldu.
Siyasetten medyaya, oradan toplumsal alana domino etkisiyle yayılan çürümenin ve dibe vurmanın ulaştığı boyutu ne eğitim sorunsalıyla ne de medyanın yarattığı yaygın popülizmle formüle etmek yetmiyor artık. Zira ‘dip’ kavramıyla ilgili düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Daha dibe vurmadıysak, dip neresi peki?
Popüler kültür ve medya üzerine kafa yoranların bu konuda esas alacağı bir dip ölçüsü mutlaka vardır. Ancak ölçünün tavanını 1990’ların hemen başına denk düşürürseniz, dipsiz bir kuyuya benzeyen günümüze doğru seviyenin hızla düştüğünü görürsünüz. Gazeteler, toplumsal muhalefetin şamandırasıdır. Toplumsal yapının derinliklerindeki yatay hareketlenmeleri ayağa kaldırmaya yarayan bir işlevleri vardır ve bu işlev demokrasinin olmazsa olmazlarında biridir. Günümüz medyasının toplumsal reflekslere bakışı ve gazetecilik seviyesine örnek olması bakımından iki örneği aktarmak istiyorum...
2007’nin son günlerini, ülkenin son otuz yılına damgasını vuran ve toplumsal yapıyı derinden sarsan PKK terörünün yarattığı öfke ve sınır ötesi harekatı tartışmalarıyla geçirdik. Terörün en çok tartışıldığı günlerde, Milliyet yazarı Hasan Cemal, bakın Güney Doğu sorunu hakkında neler yazmış: “Güneş bulutların arasından sıyrılıyor, rutubet ve sıcak demek bu. İyice gevşiyorum. Deniz birden turkuazlaşıyor. Kum şimdi daha beyaz. Ağaçların kocaman yaprakları yemyeşil oluyor. Upuzun Hindistan Cevizi ağaçları hafif rüzgarın altında bir o yana, bir bu yana salınıyor, tıpkı Bağdat'ta, Dicle kıyısındaki hurma ağaçları gibi... Ne güzel. Hülyalara dalıyorum. (...) Doğa muhteşem, yumuşuyorum. İç dünyamda köşeler hafiften törpülenip düzleşiyor. Bir iyimserlik dalgasının üstünde yükselirken insanlığın aptallıklarını değil, güzelliklerini düşünmeye çalışıyorum. Demiş ki Bacon: "Yeni çareler bulmayanlar, yeni kötülükler beklesin." Amerikalı meslektaşım Aliza Marcus'un yeni çıkan PKK ile ilgili güzel kitabını okurken Bacon'ın bu sözü aklıma takılıyor. Yeni çareler bulamayanlar...
Yeni kötülükler beklesin! İki taraf için de geçerli bu. (...) Artık çözüm zamanı Kürt meselesinde... Yine o küçük maymun. Ya da sempatik şempaze. Küçücük kafası kocaman gözleriyle bana bakıyor, kolları upuzun. Ama otelin uyarısı var, sakın yiyecek bir şeyler vermeyin, şımarır, başa bela olabilir diye... Bir günbatımı daha.
Gökyüzü şahane bir pembelikle doluyor, birazdan kızıla boyanacak. Tıpkı Mavi Yolculuk'ta ya da Santorini'deki gibi batıyor güneş, harikulade...
Tarih yorulmasın! Zaman, insanoğlunun hatalarının birçoğunu düzeltebilir de, merak etmeyin.” (Milliyet- 26 aralık 2007)
ikinci örnek de tartışmalı ihaleyle Çalık Grubuna satılan Sabah’ın Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan’a ait. Babahan, 25 Aralık 2007 tarihli yazısında Bayram tatili anılarını anlatıyor: “SABAH'ta bu yıl gerçekten yoğun ve yıpratıcı geçti... Gittiğimiz otelde bizden başka 10 kadar aile daha vardı. Kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, plajın bile bomboş olduğu bir mekânda hem çocuklarla oynama, eğlenme, hem de kitap okuyup bol bol yürüme fırsatı bulduk... Çoğunluk Güney Afrikalı ailelerdi çünkü Güney Afrika'da altı haftalık bir Noel tatili vardı... Kucağında 7-8 aylık bebeğiyle Amerikalı genç bir baba ile tanıştık. İkiz kızlarının ardından yeni bir oğulları olmuştu. "Seattle'dan Dave" olarak tanıttı kendisini. İkisi 5-6 yaşlarında, biri henüz bebek olan üç çocukla saatlerce uçup gelmişti. "Oğlan sakindi, fazla yormadı" yorumu yaptı... Ayağımı kestiğimde yakından ilgilendi, sıcak kanlı bir insandı. Tatili bizden bir gün önce sona erip ayrıldığında, otelin sorumlusu hanım, "Giden Amerikalı'yı tanıdınız mı?" diye sordu. "Hayır" yanıtı verince, "Dave Matthews Band'ın kurucusu ve solisti Dave Matthews" karşılığını verdi. Son single'ı "Amerikan Baby" 25 milyondan fazla satan, her konseri 50 binden fazla insanı toplayan bir Amerikan starıyla bir arada tatil yapmıştık ve ne bir kaprisine, ne kendini beğenmişliğine tanık olmuştuk aslında....”
Cumhurbaşkanı Gül’ün Çankaya sofrasına eklenen isimlerin başında gelen ve eski Sabah yazarı Aydın Ayaydın’ın Yeni Harman’a verdiği mülakatta söylediğine göre Gül’le çizer Salih Memecan aracılığıyla ‘yakınlaşan’ Babahan’ın, tatil anıları ve New York Times başyazarı havasında yazdığı bayram yazısının onlarca örneği var. Babahan’ın Gül’le birlikte gittiği ABD ziyaretindeki izlenimleri çok daha çarpıcı aslında. Medyanın ve köşe yazarlığının geldiği seviyeye katlanabilirim diyorsanız, Sabah’ın arşivine bir göz atmanız yeterli.
Ertuğrul Özkök, Hıncal Uluç, Güneri Civaoğlu, Perihan Mağden, Ahmet Hakan... Medyada kim kimin döneminde ‘iliştirilmişse’, onun bekasının selametine oynatıyor kalemini. Son otuz yıldır toplumsal delilik haline gelen onlarca kronik problemin, kişisel hezeyanların ortaya dökülüp saçıldığı iletişim araçlarında ancak içerdiği ‘magazin’ ölçüsünde yer bulabilmesi iletişim açısından kitlenin elinde patlayan saatli bombaya dönüşüyor.
Hatırlayalım, Altın Portakal’la ödüllendirilen Mum Kokulu Kadınlar filminde göğüslerini sergileme cesaretinden dolayı medyanın ‘Reha Muhtar’lı, Ömür Varol’lu yıllarının magazin ikonu haline getirilen Hande Ataizi, Sabah’ın her konuda ahkam kesen ‘sosyolog’ yazarı Emre Aköz tarafından bir gecede köşe yazarı sıfatıyla taçlandırılmıştı. Böylece eskiden gazinolara şarkıcı, beyaz perdeye yıldız, türedi zenginlere de ‘ünlü metres’ kazandıran Altın Portakallı olma ayrıcalığı; doksanlarda köşe yazarı da çıkarır oluyordu. Ancak ilginç olan Hande Ataizi’nin; bu gün çoğumuzun anımsamadığı yazarlık serüveni değil, ona bu payeyi layık gören Emre Aköz’ün bu konuda söyledikleriydi. Aköz, o yıllarda Cumhuriyet Gazetesi’nin kitap eki için bir dosya hazırlayan Ece Temelkuran’ın Hande Ataizi’ni yazar yapmasıyla ilgili sorusuna Emre Aköz şu yanıtı veriyordu: “ Benim için önemli olan İlhan Selçuk’un ne düşündüğünden çok, Alman ekmeğinin hangi tür peynirle iyi gideceğidir...”
(Gürkan Hacır’ın Yeni Harman için Ece Temelkuran’la yaptığı mülakatta Temelkuran’ın aktardıklarından)
Emre Aköz’ün geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı ve otel lavabosunda abdest alınıp alınmayacağına dair yeni İslamcı sınıfa adabı muaşeret dersleri verdiği ve ardından bu kesime ‘otomatik abdest alma makinesi’ önerdiği yazıları geçiyorum.
Türkiye, medyanın, aydınların ve okumuş yazmış kesiminin iktidar karşısında verdiği sınav bakımından cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. Bu, birden bire ortaya çıkan bir sonuç değil elbette. Son yirmi yıldır hızla irtifa kaybeden ‘muhalif’ yaşama biçimi ve alışkanlıkların, sayısız nedenden dolayı pesimist bir onama halini almasıyla birlikte toplumsal çözülmenin orasından burasından tutulan ipliklerle herkes kendi yumağının derdine düştü. Aydın ve muhalif kimliklerin aşağılandığı bir dönemde önce sosyolog Nur Vergin, ardından da Ünsal Oskay’ın AKP ile başlayan yeni döneme dair yaptıkları tespitler, hızla toplumsal kabul görme biçimine dönüştürülmeye çalışılan ‘körleşmenin’ üzerine tüy dikti. Fazıl Say’ın açıklamalarıyla başlayan kültürel çatışma, Özal döneminin ‘milli damadı’, AKP döneminin milletvekili ve her dönemin ‘kazananları’ arasında kalmayı beceren Osman Yağmurdereli’nin adının karışmasıyla daha da derinleşti. Yağmurdereli’ye yapılan ‘Göbeğini kaşıyan adam’ benzetmesinin ardından, piyano hocası olduğunu iddia eden bir öğretim görevlisinin Yağmurdereli hakkında ‘okuldayken piyanoya pisleyen gruptaydı’ açıklamasını yapması medyanın beslediği kültürel ayrışmanın nerede duracağı hakkında zihinleri bulandırdı. Asıl ilginç olansa Prof. Ünsal Oskay’ın Osman Yağmurdereli’ye atfedilen ‘piyanoya pisleme’ iddiasına paralel olarak dile getirdiği tezlerdi. Oskay, Nur Vergin’in, AKP’nin 10 yıl daha iktidarda kalacağının teyidi olarak gösterdiği tespitlerine destek çıkıyor ve AKP ile birlikte yaşanan dönüşümün öznesi olan bireyin ağzıyla “ benim beygirim senin kültürünün içine sıçsın!” diyor ve adeta Osman Yağmurdereli’le ilgili iddiaları medyaya pas atan piyano öğretmeninin pasını gole çeviriyordu.
AKP’nin makarna ve bulgurla silikleştirdiği, etkisiz hale getirdiği toplumsal muhalefetin sinir uçları olan varoşlarda yarattığı hara’da, ülkenin değerlerinin içine pisleyecek beygirlerin gönüllü “terbiyeciliğine” soyunan bilim insanlarının yarattığı hayal kırıklığı, ülkenin iyi yetişmiş insanlarının derinlerinde sızlayan bir yaraya dönüşüyor. Yarattığı ekonomik değerlerin, oluşturduğu sosyal dokunun hızla törpülenmesi karşısında derinleşen öfkesini bastırmaya çalışan toplumsal doku, kendi sesini dillendirmesi gereken muhalefet odaklarının suskunluğuyla giderek silikleşiyor. Siyasi konjoktüre methiyeler düzen ve onun kalıcılığına yönelik ‘bilimsel’ (!) işaret fişekleri atanların eleştirilmesi ‘linç’ sayılıyor, eleştiren iradenin özgüveni elinden alınıyor.
Başbakan Erdoğan’ın, 22 Temmuz seçimleri için hazırlattığı afişlerle seçim malzemesi haline getirip sağcı muhafazakar kesimin gönlünü okşadığı Menderes’in ‘demirkırat’ı, Amerikan nallarıyla 1950’de başladığı uzun yürüyüşüne; 2008’de cumhuriyetin ürettiği değerlerin içine bilimsel olarak sıçarak noktayı koyuyor, dört yanı kuşatılmış olan medyanın iktidar yalakası aydınlarına da bu pisliğin üstüne tüy dikmek kalıyordu!
Yusuf Yavuz- yusuf_yavuz2004@yahoo.com
Papirüs’ü eski Mısırlılar, kağıdı Çinliler, sıfırı da Araplar buldu.
Domates Peru’dan, Portakal Hindistan’dan yayıldı dünyaya...
Yarışmacıdan ve mankenden köşe yazarını ise, Türkler icat etti!
Helin Avşar’ın köşe yazarlığına başlamasına değinecek değilim; bundan daha vahim durumlarla karşı karşıyayız çünkü. İsimleri de size kalsın, biz sonuçlara bakalım.
Türk medyasının icat ettiği televole kültüründen özene bezene damıttığı bu yeni köşe yazarı türü hızla genelleşerek medyanın ve genel iletişim dilinin seviyesini kendine çekmeyi başardı. Ve son yirmi yılda bu kültürün yarattığı çürümenin Cumhuriyetle birlikte gelen Batılılaşma çabalarının doğal bir sonucu olarak yansıması/yansıtılması süreci, sonunda bu kültürün içine bilimsel olarak ‘sıçılmasıyla’ noktalandı. Önemli olan değerler değil, ‘baskın’ olabilmekti. Mahmut Makal’ın 1950’de yazdığı ‘Bizim Köy’ kitabında anlattığı Anadolu’nun o güne kadar kentten görünmeyen çarpıcı yoksulluğu, kitap Demokrat Partililerce meclis kürsüsünden gösterilerek “ işte cumhuriyetin 20 yılda ülkeyi getirdiği durum bu” denilmiştir. Tersine propagandanın en ‘hin’ örneklerinden birini veren bir siyasi geleneğin, kendi ağababalarının eliyle yaratılan çürüme kültürünü de benzer biçimde cumhuriyete fatura etmesinde şaşılacak bir şey yok.
Modernleşme işaretlerinin yalnızca sosyal yaşamda ve televole kültürüne indirgenerek sunulması, varoşları dolduran göç vurgunu milyonların bütün modern değerlere bunun üzerinden karşı çıkmasını sağladı. Medyanın beslediği bu sürecin sonunda bu ezici çoğunluğun kendilerini kente teğelleyen siyasi erkin şark kurnazlığıyla örülü İslam anlayışına ‘sığınarak’ AKP’ye yaslanması ayrı bir tartışma konusudur. Ülkenin sosyal bilimcileri medyayla el ele vererek AKP’nin toplumsal alandaki sağlamasını yapmakla meşguller şimdilik. Yaşamını, Mülkiyeliliğin kendisine kazandırdığı değerlerle kitle kültürünün anlaşılması üzerine inşa eden sosyolog Prof. Ünsal Oskay, her fırsatta varoş vurgusu yapan ve siyasi kariyerini çağdaş değerlere saldırarak inşa eden Kasımpaşalı başbakanın üslubuna rahmet okutacak nitelikteki açıklamalarıyla sosyoloji literatürüne beygir dışkısını sokan ilk biliminsanı oldu.
Siyasetten medyaya, oradan toplumsal alana domino etkisiyle yayılan çürümenin ve dibe vurmanın ulaştığı boyutu ne eğitim sorunsalıyla ne de medyanın yarattığı yaygın popülizmle formüle etmek yetmiyor artık. Zira ‘dip’ kavramıyla ilgili düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Daha dibe vurmadıysak, dip neresi peki?
Popüler kültür ve medya üzerine kafa yoranların bu konuda esas alacağı bir dip ölçüsü mutlaka vardır. Ancak ölçünün tavanını 1990’ların hemen başına denk düşürürseniz, dipsiz bir kuyuya benzeyen günümüze doğru seviyenin hızla düştüğünü görürsünüz. Gazeteler, toplumsal muhalefetin şamandırasıdır. Toplumsal yapının derinliklerindeki yatay hareketlenmeleri ayağa kaldırmaya yarayan bir işlevleri vardır ve bu işlev demokrasinin olmazsa olmazlarında biridir. Günümüz medyasının toplumsal reflekslere bakışı ve gazetecilik seviyesine örnek olması bakımından iki örneği aktarmak istiyorum...
2007’nin son günlerini, ülkenin son otuz yılına damgasını vuran ve toplumsal yapıyı derinden sarsan PKK terörünün yarattığı öfke ve sınır ötesi harekatı tartışmalarıyla geçirdik. Terörün en çok tartışıldığı günlerde, Milliyet yazarı Hasan Cemal, bakın Güney Doğu sorunu hakkında neler yazmış: “Güneş bulutların arasından sıyrılıyor, rutubet ve sıcak demek bu. İyice gevşiyorum. Deniz birden turkuazlaşıyor. Kum şimdi daha beyaz. Ağaçların kocaman yaprakları yemyeşil oluyor. Upuzun Hindistan Cevizi ağaçları hafif rüzgarın altında bir o yana, bir bu yana salınıyor, tıpkı Bağdat'ta, Dicle kıyısındaki hurma ağaçları gibi... Ne güzel. Hülyalara dalıyorum. (...) Doğa muhteşem, yumuşuyorum. İç dünyamda köşeler hafiften törpülenip düzleşiyor. Bir iyimserlik dalgasının üstünde yükselirken insanlığın aptallıklarını değil, güzelliklerini düşünmeye çalışıyorum. Demiş ki Bacon: "Yeni çareler bulmayanlar, yeni kötülükler beklesin." Amerikalı meslektaşım Aliza Marcus'un yeni çıkan PKK ile ilgili güzel kitabını okurken Bacon'ın bu sözü aklıma takılıyor. Yeni çareler bulamayanlar...
Yeni kötülükler beklesin! İki taraf için de geçerli bu. (...) Artık çözüm zamanı Kürt meselesinde... Yine o küçük maymun. Ya da sempatik şempaze. Küçücük kafası kocaman gözleriyle bana bakıyor, kolları upuzun. Ama otelin uyarısı var, sakın yiyecek bir şeyler vermeyin, şımarır, başa bela olabilir diye... Bir günbatımı daha.
Gökyüzü şahane bir pembelikle doluyor, birazdan kızıla boyanacak. Tıpkı Mavi Yolculuk'ta ya da Santorini'deki gibi batıyor güneş, harikulade...
Tarih yorulmasın! Zaman, insanoğlunun hatalarının birçoğunu düzeltebilir de, merak etmeyin.” (Milliyet- 26 aralık 2007)
ikinci örnek de tartışmalı ihaleyle Çalık Grubuna satılan Sabah’ın Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan’a ait. Babahan, 25 Aralık 2007 tarihli yazısında Bayram tatili anılarını anlatıyor: “SABAH'ta bu yıl gerçekten yoğun ve yıpratıcı geçti... Gittiğimiz otelde bizden başka 10 kadar aile daha vardı. Kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, plajın bile bomboş olduğu bir mekânda hem çocuklarla oynama, eğlenme, hem de kitap okuyup bol bol yürüme fırsatı bulduk... Çoğunluk Güney Afrikalı ailelerdi çünkü Güney Afrika'da altı haftalık bir Noel tatili vardı... Kucağında 7-8 aylık bebeğiyle Amerikalı genç bir baba ile tanıştık. İkiz kızlarının ardından yeni bir oğulları olmuştu. "Seattle'dan Dave" olarak tanıttı kendisini. İkisi 5-6 yaşlarında, biri henüz bebek olan üç çocukla saatlerce uçup gelmişti. "Oğlan sakindi, fazla yormadı" yorumu yaptı... Ayağımı kestiğimde yakından ilgilendi, sıcak kanlı bir insandı. Tatili bizden bir gün önce sona erip ayrıldığında, otelin sorumlusu hanım, "Giden Amerikalı'yı tanıdınız mı?" diye sordu. "Hayır" yanıtı verince, "Dave Matthews Band'ın kurucusu ve solisti Dave Matthews" karşılığını verdi. Son single'ı "Amerikan Baby" 25 milyondan fazla satan, her konseri 50 binden fazla insanı toplayan bir Amerikan starıyla bir arada tatil yapmıştık ve ne bir kaprisine, ne kendini beğenmişliğine tanık olmuştuk aslında....”
Cumhurbaşkanı Gül’ün Çankaya sofrasına eklenen isimlerin başında gelen ve eski Sabah yazarı Aydın Ayaydın’ın Yeni Harman’a verdiği mülakatta söylediğine göre Gül’le çizer Salih Memecan aracılığıyla ‘yakınlaşan’ Babahan’ın, tatil anıları ve New York Times başyazarı havasında yazdığı bayram yazısının onlarca örneği var. Babahan’ın Gül’le birlikte gittiği ABD ziyaretindeki izlenimleri çok daha çarpıcı aslında. Medyanın ve köşe yazarlığının geldiği seviyeye katlanabilirim diyorsanız, Sabah’ın arşivine bir göz atmanız yeterli.
Ertuğrul Özkök, Hıncal Uluç, Güneri Civaoğlu, Perihan Mağden, Ahmet Hakan... Medyada kim kimin döneminde ‘iliştirilmişse’, onun bekasının selametine oynatıyor kalemini. Son otuz yıldır toplumsal delilik haline gelen onlarca kronik problemin, kişisel hezeyanların ortaya dökülüp saçıldığı iletişim araçlarında ancak içerdiği ‘magazin’ ölçüsünde yer bulabilmesi iletişim açısından kitlenin elinde patlayan saatli bombaya dönüşüyor.
Hatırlayalım, Altın Portakal’la ödüllendirilen Mum Kokulu Kadınlar filminde göğüslerini sergileme cesaretinden dolayı medyanın ‘Reha Muhtar’lı, Ömür Varol’lu yıllarının magazin ikonu haline getirilen Hande Ataizi, Sabah’ın her konuda ahkam kesen ‘sosyolog’ yazarı Emre Aköz tarafından bir gecede köşe yazarı sıfatıyla taçlandırılmıştı. Böylece eskiden gazinolara şarkıcı, beyaz perdeye yıldız, türedi zenginlere de ‘ünlü metres’ kazandıran Altın Portakallı olma ayrıcalığı; doksanlarda köşe yazarı da çıkarır oluyordu. Ancak ilginç olan Hande Ataizi’nin; bu gün çoğumuzun anımsamadığı yazarlık serüveni değil, ona bu payeyi layık gören Emre Aköz’ün bu konuda söyledikleriydi. Aköz, o yıllarda Cumhuriyet Gazetesi’nin kitap eki için bir dosya hazırlayan Ece Temelkuran’ın Hande Ataizi’ni yazar yapmasıyla ilgili sorusuna Emre Aköz şu yanıtı veriyordu: “ Benim için önemli olan İlhan Selçuk’un ne düşündüğünden çok, Alman ekmeğinin hangi tür peynirle iyi gideceğidir...”
(Gürkan Hacır’ın Yeni Harman için Ece Temelkuran’la yaptığı mülakatta Temelkuran’ın aktardıklarından)
Emre Aköz’ün geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı ve otel lavabosunda abdest alınıp alınmayacağına dair yeni İslamcı sınıfa adabı muaşeret dersleri verdiği ve ardından bu kesime ‘otomatik abdest alma makinesi’ önerdiği yazıları geçiyorum.
Türkiye, medyanın, aydınların ve okumuş yazmış kesiminin iktidar karşısında verdiği sınav bakımından cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. Bu, birden bire ortaya çıkan bir sonuç değil elbette. Son yirmi yıldır hızla irtifa kaybeden ‘muhalif’ yaşama biçimi ve alışkanlıkların, sayısız nedenden dolayı pesimist bir onama halini almasıyla birlikte toplumsal çözülmenin orasından burasından tutulan ipliklerle herkes kendi yumağının derdine düştü. Aydın ve muhalif kimliklerin aşağılandığı bir dönemde önce sosyolog Nur Vergin, ardından da Ünsal Oskay’ın AKP ile başlayan yeni döneme dair yaptıkları tespitler, hızla toplumsal kabul görme biçimine dönüştürülmeye çalışılan ‘körleşmenin’ üzerine tüy dikti. Fazıl Say’ın açıklamalarıyla başlayan kültürel çatışma, Özal döneminin ‘milli damadı’, AKP döneminin milletvekili ve her dönemin ‘kazananları’ arasında kalmayı beceren Osman Yağmurdereli’nin adının karışmasıyla daha da derinleşti. Yağmurdereli’ye yapılan ‘Göbeğini kaşıyan adam’ benzetmesinin ardından, piyano hocası olduğunu iddia eden bir öğretim görevlisinin Yağmurdereli hakkında ‘okuldayken piyanoya pisleyen gruptaydı’ açıklamasını yapması medyanın beslediği kültürel ayrışmanın nerede duracağı hakkında zihinleri bulandırdı. Asıl ilginç olansa Prof. Ünsal Oskay’ın Osman Yağmurdereli’ye atfedilen ‘piyanoya pisleme’ iddiasına paralel olarak dile getirdiği tezlerdi. Oskay, Nur Vergin’in, AKP’nin 10 yıl daha iktidarda kalacağının teyidi olarak gösterdiği tespitlerine destek çıkıyor ve AKP ile birlikte yaşanan dönüşümün öznesi olan bireyin ağzıyla “ benim beygirim senin kültürünün içine sıçsın!” diyor ve adeta Osman Yağmurdereli’le ilgili iddiaları medyaya pas atan piyano öğretmeninin pasını gole çeviriyordu.
AKP’nin makarna ve bulgurla silikleştirdiği, etkisiz hale getirdiği toplumsal muhalefetin sinir uçları olan varoşlarda yarattığı hara’da, ülkenin değerlerinin içine pisleyecek beygirlerin gönüllü “terbiyeciliğine” soyunan bilim insanlarının yarattığı hayal kırıklığı, ülkenin iyi yetişmiş insanlarının derinlerinde sızlayan bir yaraya dönüşüyor. Yarattığı ekonomik değerlerin, oluşturduğu sosyal dokunun hızla törpülenmesi karşısında derinleşen öfkesini bastırmaya çalışan toplumsal doku, kendi sesini dillendirmesi gereken muhalefet odaklarının suskunluğuyla giderek silikleşiyor. Siyasi konjoktüre methiyeler düzen ve onun kalıcılığına yönelik ‘bilimsel’ (!) işaret fişekleri atanların eleştirilmesi ‘linç’ sayılıyor, eleştiren iradenin özgüveni elinden alınıyor.
Başbakan Erdoğan’ın, 22 Temmuz seçimleri için hazırlattığı afişlerle seçim malzemesi haline getirip sağcı muhafazakar kesimin gönlünü okşadığı Menderes’in ‘demirkırat’ı, Amerikan nallarıyla 1950’de başladığı uzun yürüyüşüne; 2008’de cumhuriyetin ürettiği değerlerin içine bilimsel olarak sıçarak noktayı koyuyor, dört yanı kuşatılmış olan medyanın iktidar yalakası aydınlarına da bu pisliğin üstüne tüy dikmek kalıyordu!
Yusuf Yavuz- yusuf_yavuz2004@yahoo.com
Yorumlar