Siyasal İslam’ın türbanla imtihanı
Tarhan Erdem’in Milliyet’te yayınlanan türban anketine göre türbanlıların sayısı son dört yılda dört kat artmış.
‘Gündelik Yaşamda, Din, Laiklik ve Türban’ başlıklı anketin sonuçlarını bütün gazeteler kendince yorumlayarak yayınladı. Yorumlar muhtelif ve bir o kadar da ürkütücü boyutta. Ürkütücülüğü, ne türbanlıların ‘sayıca’ artışından ne de bu artışın karşısında gösterilen tepkilerin ölçüsü/ölçüsüzlüğünden kaynaklanıyor.
Ürkütücü olan şu: Türk toplumu tarihin hiçbir döneminde siyasi semboller üzerinden bu kadar ayrıştırmaya maruz kalmadı!
Milliyet bunu hep yapıyor. En son 2003 yılında, yine Tarhan Erdem’e ‘ısmarlanan’ türban anketinin sonuçlarının yarattığı tartışmaları kısaca anımsayalım. AKP’nin iktidara gelmesinden sonra yaptırılan ilk kapsamlı türban anketinden çıkan sonuca göre; vatandaşların yüzde 75’i üniversitelerde türban yasağının kalkması yönünde görüş bildirirken, yüzde 64.6’sı devlet dairelerinde isteyenin başını örtmesi gerektiğini savunmuş.
Sonuçları açısından toplumsal yapıya etki etmesi öngörülen, kamuoyunu yönlendirmesi beklenen bu tür anketlerin ‘amaçlı’ okumalarında insanın kanını donduran tahlillere de sıklıkla yer veriliyor. Bu tahlillerden biri de “ Eğitim seviyesinin yükselmesiyle birlikte, baş örtüsü adının ‘türban’ biçiminde algılanmaya başlandığı” yönündeydi. Yani kırsal kesimden, sosyal bilimcilerin tabiriyle ‘kıyıdan’ merkeze gelen kitlelerin iktidar talepleri modern hayatla buluşuyor ve dış görünümleri buna göre şekilleniyordu. Bir başka deyişle yıllardır ezilen ve yaşama tercihleri nedeniyle mağdur olan geniş kitlelerin sosyal hak ve özgürlükleri türban üzerinden tanımlanır hale geliyordu. Buna göre ‘türbanlılar’ diye adlandırılan toplum kesimini ‘modern’, yıllardır laisist kesimin
‘ benim annem de baş örtülüdür, ben türbana politik bir simge olduğu için karşıyım...’ türünden itirazlarında dillendirdiği klasik başörtüsünü kullananlar ise ‘muhafazakar’ ilan ediliyordu. Kısaca türban, iyi eğitimin, zenginliğin ve yüksek toplumsal statünün yeni simgesiydi artık.
Durum yeterince karışık. Ancak yine de içinden çıkılabilir verileri barındıran yanları var. Başbakan Erdoğan, Milliyet’te yayınlanan türban anketiyle manidar biçimde aynı haftaya denk düşen günlerde, biri Kozan’da, diğeri Rize’de türban nedeniyle mağdur olan iki genç kızın ailelerini arayarak, ‘üzülmemelerini, yanlarında olduğunu ve bu günlerin de geçeceğini’ söylemiş. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başbakan halkıyla bu biçimde konuşuyor. Ortada bir sorun varsa ve bu sorun halkın herhangi bir kesiminde ‘mağduriyet’ yaratıyorsa, bunu çözmek iktidarın başı olan başbakana düşmez mi?
Eğer bu tür anketlerde çıkan sonuçlara göre türban modernliğin ve gelişmişliğin bir göstergesiyse bu genç kızlar neden ‘mağdur’ olarak algılanıyor. Türbanlı olmanın da kendi içinde bir kast sistemi mi var yoksa? Örneğin imam hatipli genç kızlar mağdur, Dubai- New York arası mekik dokuyan, Kadıköy’de Çiya’nın, Cihangir’de Leyla’nın müdavimi olan ultra türbanlılar ‘muktedir’ mi? Başbakan, mağdur olan bu kızların ailelerine gösterdiği ‘yakın ilgiyi’, mesela inançları yüzünden Amasya’da mağdur olan Alevi kızların ailesine neden göstermedi? Ya da iktidarları boyunca töre cinayetleri, toplumsal şiddet, sosyal adaletsizlik ve tecavüz mağduru olan, Batman’da intihar eden onlarca genç kızımızın ailesi Patagonyalı mıydı? Yoksa bu özel ilginin arkasında sosyal devletin sağlaması gereken olanakları yasal düzenlemelerle hiçe sayan iktidarın, gittikçe yoksullaşan ve tarikat kamplarına bölünen halkın sırtını sıvazlayıp mağduriyet psikolojisi yaratarak siyasi rant elde etme çabası mı var? Eğer bir başbakan halkıyla bu dilde konuşuyorsa, olan biteni halka şikayet ediyorsa, kısaca ‘muktedir’ değilse iktidarda ne işi var o zaman?
Bütün bu tartışmaların devlet ciddiyeti ve devlet adamı samimiyetiyle örtüşmediği apaçık ortada. Çünkü AKP’nin hazırladığı ve Meclise göndermeye hazırlandığı yeni Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı’nda, iktidarın kadınlara yönelik bakışı tüyler ürpertici boyutta. Mağduriyetten iktidar eliyle ‘türbana sarılarak’ kurtarılan genç kızlarımızın, kadınlarımızın iktidar katındaki değeri bir inekten daha aşağıda.Yeni yasa tasarısında, yeni doğum yapan SSK’lı kadına verilen süt yardımı 58 YTL olarak belirlenmiş. Oysa Tarım Bakanlığı’nın yeni doğum yapan ineklere yaptığı yardım 80 ila 104 YTL arasında değişiyormuş!
Sosyal devletin diliyle ve herkesi kucaklayıcılığıyla halkıyla konuşmayan iktidarın, tarikatvari bir sahiplenmeyle genç kızlar ve kadınlar üzerinden mağdur edebiyatı yapmasına karşı söyleyecek sözü olmalı bu halkın.
Ama nasıl? Şimdilerde iyice çetrefilli hale gelen türban tartışmalarına ve iktidarın bu tartışmaları iki yüzlü biçimde kullanmasına karşı en sert tepkiler samimi Müslümanlar ve İslamcı aydınların bir kısmından gelmişti...
Bu konuyu açacağız. Ancak önce hafızamızı yoklayalım. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana medyanın ve kanaat önderlerinin türbanla kurduğu iki yüzlü ilişkiyi yeniden anımsayalım. Türban tartışmalarının yirmi yıllık geçmişi Türkiye’nin siyasi savrulmalarını göstermesi açısından çok ilginç malzemelerle dolu. Milliyet’in 2003 yılında yaptırdığı türban anketi medyada şimdikine benzer biçimlerde tartışılmıştı. Laik çevrelerin bildik basmakalıp cümleleri, katı muhafazakarların zorlama yorumları ve liberallerin ‘özgürlükçü’ analizleri. Bu anket üzerinden yapılan analizlerin belki de en ilginci, Taha Akyol’un Samanyolu Televizyonu’na verdiği söyleşide dile getirdikleriydi. Taha Akyol, Milliyet’in anketinden çıkan sonuca göre türban meselesinin kamuoyu tarafından nasıl algılandığının ortaya çıktığını, bunun üzerine bu konuyu daha fazla tartışmanın yersiz olduğunu ve halkın büyük çoğunluğunun türbandan yana görüş belirttiğini dile getirmişti. Kısaca halk, oluşan yeni iktidar durumuna yeşil ışık yakmıştı ve kendi yaşamlarının bu minvalde yeniden düzenlenmesine karışılmamasını, hatta iktidarla aralarının bozulmasına yol açacak yorumların bir an önce son bulmasını istiyordu.
Acaba gerçekten durum böyle miydi?
Tarhan Erdem’in bugünkü anketinin sonuçlarına bakarsak evet, durum gerçekten böyle. Yani 2003’ten bu güne türban konusundaki rakamsal verilerde bir artış gözleniyorsa halk böyle istiyor! Bir de şöyle soralım soruyu.
28 Şubat süreci boyunca ve sonrasında türbana karşı en sert yaptırımların uygulandığı dönemlerde bile –insanların sadece inançları için örtündüğünü varsayarsak, inançlarına sahip çıkmak adına bile olsa- türbanlı sayısında bu ölçüde bir artış gözlenmezken neden şimdi, AKP iktidarı döneminde katlamalı olarak arttı?
Bu sorunun yanıtı o kadar da basit değil. AKP döneminde inananlar İslam’a daha mı çok sarıldı da örtündüler, yoksa en mağdur edildikleri dönemlerde kötü bir sınav mı vermişlerdi?
2003 türban anketine dönerek, hafızamızı yoklamaya devam edelim. Medyanın iktidara methiyeler düzen yalaka kalemleri, düne kadar yobaz ilan ettikleri türbanlılarla barış ilan ederek bir bir türban savunucusu kesiliyor, türbanı insan hak ve özgürlüklerinin ayrılmaz bir parçası sayıyor ve üniversite önlerinde türban eylemleri yapan genç kızları neredeyse Jean D’arc mertebesine yükseltiyordu. AKP’nin başlardaki mahçup ve mağduru oynayan tavrı, liberal kanaat önderleri aracılığıyla formüle ediliyor ve sonuçları yeni dünya düzeninin strateji tahtasına iliştiriliyordu. Tam da bu dönemde AKP’nin içinden çıktığı ana hareketin daha yerli bir duruş sergileyen kimi aydınları medya ve liberal kanaat önderleriyle kurulan bu ilişkiyi en sert biçimde eleştiren isimler oldular. Bu çevrelere göre Siyasal İslam’ın yok olmasının yolu ‘iktidardan’ geçiyordu. AKP kadrolarının seküler dünyayla kurduğu ilişki bu kesimde tedirginlik yaratıyor, siyasi diskurdan sapılacağı endişesi doğuruyordu. Nitekim bu ayrışmalar safların yeniden belirlenmesine yol açacak, yeni oluşan İslamcı medyada hareketli günler yaşanacaktı.
Siyasal İslam’ın geldiği noktada ciddi entellektüeller yetişmişti ve kendi topraklarında yetişen AKP’nin sistemle dansını kuşkuyla ve biraz da kıllanarak izliyorlardı. Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu ve İsmet Özel gibi aydınların etkisiyle yerli, İranlı Ali Şeriati’nin İslam toplumlarına getirdiği Marksist eleştirilerle evrensel bir İslam toplumunun nasıl olması gerektiği tartışılıyordu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılının en çok tartışan kesimini oluşturan bu insanlar, soğuk savaş sonrasının dünyasını en iyi yorumlayan aydınlarını oluşturan bir kazanımdı da aynı zamanda. Ancak bu süreç pek de uzun sürmedi. Görece ‘arka mahalleli’ sayılabilecek ve varlıklarını, felsefelerini muhalif olarak inşa eden bu kesimin AKP’nin iktidarı süresince ‘ele geçirdiği’ medya organlarına devşirilmesi çok da zor olmadı. Kimi kamu kuruluşlarında basın danışmanı, kimi memur, kimi de hariçten maaşa bağlanan bordrolular arasına katıldı. Bu süreçte İslamcı medyanın merkezinde yer alan ve geniş kitleler üzerinde etkili olan Ali Bulaç, Ahmet Taşgetiren, Kenan Çamurcu ve Tamer Korkmaz gibi entellektüeller üzerlerindeki baskılar sonucu bu gün mahalle dergisi ya da internet üzerinden yayın yapan alanlara kaydırıldılar.
Mesela Ahmet Taşgetiren ya da Ali Bulaç, “ Kovulduk ey Müslümanlar unutmayın bizi! ” diye bir kitap yazsa Emin Çölaşan’ın ucuz kahramanlığı sönük kalır! Ya da Kenan Çamurcu, Tamer Korkmaz; “Kimse kızmasın kendim yazdım” türünden bir girizgah yapsalar bir yazılarında... İslamcı gelenek ‘şimdilik’ kol kırılır yen içinde kalır biçiminde özetlenebilecek bir tavır sergiliyor iç hesaplaşmalar konusunda. Konunun bu tarafı uzun bir tartışma ve son on yılı anlamak açısından önemli veriler içeriyor. Bunu ayrıca tartışırız. Asıl değinmek istediğim ayrıntı, kendilerini AKP’nin iktidarı aracılığıyla Batı’yla ve kapitalist dünyayla kurduğu ilişki karşısında tedirgin biçimde kodlamış olan ve olanı biteni ciddiyetle, varlıklarını sorgulayarak tartışan bu insanların, başlangıçta karşı çıktıkları kanaat önderlerinin bu gün kendi kanaatlerini de biçimlendirmesine seyirci kalmasıydı. Milliyet’in 2003 yılında yaptırdığı anketin yarattığı tartışmalara Tekbir Giyim’in sahibi Mustafa Karaduman’ın tuhaf türban açıklamaları da eklenince en soğukkanlı özeleştiriyi doğal olarak türbanı savunan bu aydınlardan dinlemiştik.
Size bu gün şaşırtıcı gelebilecek bu yorumlardan bazılarını aktarmak istiyorum. Şimdilerde iktidarın güdümünde olan Star grubuna alınan ve kendisi de türbanlı olan yazar Halime Kökçe, 23 Mayıs 2003 tarihli Gerçek Hayat Dergisinde ‘Tesettüre davetten, davetkar tesettüre’ başlıklı çarpıcı yazısında şunları söylüyordu: “...Artık tesettürle ilgili, baş örtüsü yasağından da önemli ve sakıncalı bir durum var. Tesettürü modacılara emanet etmiş durumdayız. Baş örtüsü sorununu onların çözmesini bekliyoruz. Müslüman kadınların ‘en şıkları’ protokoldeki yerlerinden mahrum edilen siyasetçi eşleri. Makyaj yapmanın kıyafeti bütünleyen bir şey olduğu anlayışını iyice yerleştiren Emine Erdoğan’ın, tek omuzu açıkta bırakan bir dekolte tarzını tesettüre uyarlayan alabildiğine rüküş kıyafetiyle Hayrünnisa Gül’ün başlarındaki örtüler, tesettürlü olmalarını temin eden yeter şart gibi duruyor ...”
Halime Kökçe, Milliyet’in Genel yayın Yönetmeni Sedat Ergin’in “Milliyet’te türbanlı yazar çalıştırmam” açıklamasının ardından, geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesinden ‘türbanlı yazar’ olarak iş istediğini dile getirdiği ve biraz Perihan Mağden kokan güya ironik yazısıyla, gerçek bir ironiye neden oldu. Artık mağduriyet psikolojisinin yerini, oluşan yeni durumun getirdiği özgüvenle kendini şımartma psikolojisi almıştı!
Bu gün toplumda türban meselesi tartışılırken sıklıkla dile getirilen abartı ve görgüsüzlük de asıl gelmesi gereken yerlerden eleştiri alıyordu. İslami hassasiyetleri öne çıkaran kimi kalemlerin, bana göre Türk toplumu için gerçek bir şans olan soğukkanlı tahlilleri muhafazakar toplumun kendini modernizm karşısında doğru biçimde sorgulamasının yolunu açıyordu. Gerçek Hayat’ın yine aynı sayısında Gökhan Özcan’ın türban tartışmalarına ilişkin sözlerine kulak verelim: “Kendi yaşama biçimimizi kompleksli ve iç bayıltıcı bir edayla modernize/ kapitalize etme girişimlerimiz arasında, kuşku yok ki tesettür defilelerinin önemli bir yeri var. Her yıl mutad olduğu üzre bir kısım medyanın abartılı ilgisi ve iş sahiplerinin rüküş organizasyonları ile gözümüze sokulan bu kreasyonlanma hali, doğrusu beni fena halde rahatsız ediyor. Bu gerçekten vahim durumun, öz yaşama biçimleri zevksiz bir parodiye konu edilen insanlarımız arasında kayda değer bir rahatsızlığa sebep olmaması karşısında derin bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Yakasına maneviyat rozeti takarak dolaşan kalabalıklar, bırakın tepki göstermeyi, yaygın bir kanıksama ve kısmi bir sahiplenme haleti gösteriyorlar. Bu son derece can sıkıcı. Son zamanlarda bu defilelerde abartılı biçimde sırıtmakta olan zevksizlik ve ölçüsüzlüğün yavaş yavaş sokaklara da taşmakta olduğunu üzülerek görüyorum. Bu üzücü halin, sosyetik bir öncü güç tarafından toplumun diğer kesimlerine taşındığı aşikar. Modern tüketim kültürünün etkilerine maruz kalan bizler, nihayet kendi değer ve hassasiyetlerimizden daha büyük kompleksler üretmiş bulunuyoruz ...”
Hala aynı eleştirel duruşunu sürdüren bir başka türbanlı yazar Neşe Kutlutaş ise İslamcı siyasetçilerin lüks ve şatafat kokan gösterişli yaşamlarına sıkı göndermelerde bulunuyordu: “ Bir medeniyetin ihyası ha? Ne güzel bir rüya. Bütün rüyalar gibi tabire muhtaç. Zeytinburnu’ndaki adam; Zeytinburnu’ndaki adamdır. Ondan Kanuni gibi padişah, Yunus gibi veli, Fuzuli gibi şair olmasını istemek hatadır. O omuzlar onu kaldıramaz. Ve kaldıramadı da. Kaldıramadı ve mesela, medeniyetimizin her dilimini, iktidarı için yeniden dilim dilim doğramaktan çekinmeyen bir muhteris, dilinden düşürmediği medeniyetimizin hiç bir safhasında rastlayamayacağımız şekilde, kızını ‘el yapımı’ adalardaki gümüş rengi Rolls Royce’larla karşılanacağı yedi yıldızlı otellere balayına yolladı. Oğlunu bilmem kaç model Mercedes’le mükafatlandırdı. Mercedes’le mükafatlandırılan oğulun da halktan biri gibi olması elbette beklenemezdi. Mesela oğul, ‘iki yüzyirmi kesmiyor şehir içinde. Daha beter arabalar alacağız inşallah. Daha çok hız yapacağız, daha çok çatlayacak millet’ diye herkese haddini bildirirken, babası da; kendi dizinin dibinde yetişen talebelerini elbette ki bir böcek, bir amip, her hangi bir canlı mesabesine indirmekten çekinmeyecekti...”
28 Şubat süreci kimilerine göre İslamcı çevrelerde gerçek bir mağduriyet psikolojisi yarattı. Bu konuda kendi inançlarından ödün vermeden sürecin siyasi sonuçlarına ‘katlanan’ isimlerden biri de Saadet Partisi’nin eski Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu. Bekaroğlu, bir yıl kadar önce şimdiki Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’la birlikte ‘Müslüman Solu’ gibi bir hareket başlatacaklarını açıklamıştı. Ancak Ertuğrul Günay’ı eski tabirle ‘sürüye alıştıran’ Bekaroğlu, Günay’ı AKP’ye kaptırmış görünüyor. Bekaroğlu’nu anmamızın nedeni son on yılda değişen toplumsal dengeleri çarpıcı yanlarıyla ortaya kayabilmek. Yazar dostumuz Nihat Genç’in aktardığına göre 28 Şubat’ın mağdurlarından biri olan Mehmet Bekaroğlu ile onun partisini kapatan, yani dönemin ‘muktediri’ olan eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, birlikte katıldıkları bir televizyon programının çıkışında çorbacıya gitmişler. İki isimde bu gün gelinen noktada iktidardan uzak bir yapı sergiledikleri için iyi de anlaşmışlar. Ancak çarpıcı olan Bekaroğlu’nun Vural Savaş hakkında dile getirdikleri. Bekaroğlu, bir dönem karşı karşıya geldikleri ve partisinin kapatılma kararında imzası bulunan Vural Savaş’ın şimdiki mütevazılığı ve emekli maaşıyla sürdürdüğü sade yaşamından çok etkilenmiş.
Vural Savaş’ı sevelim ya da sevmeyelim. Düşüncesine, fikrine saygı duyalım ya da duymayalım. Ancak bir noktanın altını çizelim: AKP, ikinci iktidar döneminde daha da fütursuzca sergilediği toplumu kamplaştırma politikaları ve kendi yandaşlarının yansıttığı şaşaalı görgüsüzlükler nedeniyle, bir dönem içinden çıktıkları siyasi hareketi kapatan erkin, kısaca ortak siyasi düşmanlarının yaşamına özendiren bir hale gelmiştir.
AKP, kendi varlığını meşrulaştırmaya çalıştığı siyasi zeminin rotasından çoktan çıkmıştır ve güya savaştığını iddia ettiği kurumun yerine geçmiştir. Bekaroğlu’nu Vural Savaş’ın mütevazılığına imrendiren anlayış, AKP’nin İslam’la, dolayısıyla mütedeyyin insanlarla oynadığı tehlikeli oyunun bir sonucudur ve Türkiye’nin geldiği noktayı göstermesi bakımından çok düşündürücüdür. Bir dönem mağduriyetleri nedeniyle yaslandıkları değerlerin iktidar eliyle oyuncağa dönüştürülmesine seyirci kalan ve bunun bir parçası olan İslamcı aydınların ve toplumsal kaygılar taşıyan mütedeyyinlerin sorumluğu hepimizden daha ağır olacak.
Dün kamuoyu biçimlendirici anketlere ve sonuçlarına eleştirel yaklaşan İslamcı aydınların yaşadığı dönüşüm, türban anketlerinden çıkan sonuçlardan daha vahim bir duruma işaret ediyor. Kendi özeleştirisini yapamayan, iğdiş edilmiş bir Siyasal İslam’la karşı karşıyayız artık. Kim ne derse desin, toplumun gerçek çimentosunu oluşturan sıradan Müslümanların yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün yarattığı, yaratacağı vahim sonuçların vebali, özeleştiri damarları kopmuş olan İslamcı aydınların üzerinde asılı duruyor!
Asıl tartışılması gereken durum bu.
yusuf_yavuz2004@yahoo.com
Yorumlar