Türkiye'nin ideolojik ezberi ve ergenekondan çıkış



AKP’ye açılan kapatma davasının yarattığı ilk şokun hemen ardından, Başsavcı Yalçınkaya’nın aile kökleri ve kimliğiyle ilgili haberler de medyada ardı ardına boy göstermeye başladı. Özellikle AKP’ye yakınlığıyla bilinen yayın organlarında Başsavcı Yalçınkaya’nın, Nakşi Şeyhi olduğu öne sürülen dedesi Kürt Ali Efendi hakkında ‘dedesi Nakşi Şeyhi, dayısı RP’li’ türünden haberler yapılması dikkat çekti. Ardından, 16 Mart’ta Mehmet Faraç imzasıyla Cumhuriyet’te yer alan haberde “ Urfalı din bilginlerinin laikliğe yaklaşımları ile aynı zamanda tarihin bu açıdan tam 84 yıl sonra tekerrür ettiğini gösteriyor. 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılması için 53 milletvekili TBMM’ye yasa teklifi verdiklerinde başlarında Urfalı bir din bilgini olan Şeyh Saffet ( Mustafa Kemaleddin Yetkin) vardı” deniliyordu. Yalçınkaya’nın dedesi Kürt Hacı Ali Efendi’nin geçmişinin de ele alındığı haberde, ünlü bir Nakşi şeyhi olduğu ve Haydari Medresesi Müderrisi olarak tanındığı belirtiliyordu.

Hukukun ve demokrasinin iyice hırpalandığı bu dönemde, siyaset ve bürokrasi geleneğinden gelen ve topluma yön verme iddiasındaki aktörlerin kendi varlığı ve kimliğinin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmadı. Eğer her hangi bir aşirete ya da tarikata bağlı değilseniz, vay halinize. Bağlıysanız, o zaman bir kez daha vay halinize!

Radikal’in 10 Nisan’da attığı ve Araf Suresine gönderme yapan “Gözleri vardır görmezler, kulakları vardır duymazlar” manşeti, Türkiye’de her şeyin altüst oluşunun işaretlerinden biriydi. Dinsel ve seküler semboller üzerinden yürütülen psikolojik savaşın ulaştığı nokta, ayetlerin sloganlaştığı 1980’li yılları anımsatan bir boyuta geldi. Toplumsal iletişim kanallarını kuşatan dini referanslı meramını anlatma çabası, ideoloji ve inanç farkı gözetmeksizin hızla genelleşiyor. Bu genelleşmenin en kötü yanı da, iktidar kavgasının ayyuka çıktığı bu dönemde; hangi cemaatin, tarikatın ve şeyhin “muktedir” kılınacağına yönelik tali bir kavganın da iyiden iyiye kendini hissettiriyor oluşu. Bu tali kavganın sonuçlarını kısa zaman sonra hep birlikte izleyeceğiz. Muhtemelen pek çok “seküler” kimliği de bu kavgaya ‘dinsel taraftan’ müdahil olurken gördüğümüzde yeni şoklar yaşayacağız.

22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından, AKP’nin % 47 gibi bir oyla yeniden iktidara gelmesiyle birlikte bir şeylerin ters gittiğine kanaat getirenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Bunun siyasi ve sosyolojik nedenleri epeyce tartışıldı. Muhalefet partilerinin alternatif bir Türkiye projesi üretememeleri, Ortadoğu’daki siyasi dengeler, AB süreci vs gibi bir çok neden sıralandı. Ancak AKP’nin iktidar olmakla muktedir olabilmek arasındaki ince çizgide gidip gelen seyrini tereddütle izleyen öteki Türkiye’nin ideolojik ezberi ve söylemi 22 Temmuz yenilgisinin ardından öyle bir bozuldu ki, son altı aydır belki de ülkenin kolektif siyasi hafızasının en büyük altüst oluşuna tanıklık ediyoruz. Daha düne kadar Genelkurmay’ın akredite verdiği ve medyada ‘andıç’ tartışmalarına neden olan gazeteciler, sınır ötesi operasyonun tartışmalı finalinin ardından en sert Genelkurmay eleştirileri yapmaya, akredite olamayanlarsa televizyon tartışmalarında ve köşelerinde Büyükanıt’ı cansiperane biçimde savunmaya başlamışlardı ki, Türkiye’nin gündemi kendini yeniden sıfırladı.

Demir Dağı’na giden yol…

14 Mart’ta AKP’ye açılan kapatma davasıyla başlayan derin siyasi çatlak, İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu’nun Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınmalarıyla büyük bir yarılmaya dönüştü. Muhtemelen bu yarılmanın yarattığı derin siyasi boşluğa önümüzdeki günlerde yaşanacak olan yeni siyasi gözaltıları ve karşılıklı iddiaların hırpaladığı bir çok önemli figür daha düşecek. Bu büyük gerilimin taraflarından biri olması bir yana, öfke ve hitabet sanatı üzerine inciler dökerek gerilimin daha da büyümesine neden olan Başbakan Erdoğan, partisinin sahip olduğu % 47’lik temsil oranından beklenmeyecek ölçüde bir taşralılık kompleksiyle bu gerilime daha da ivme kazandırıyor. Son günlerde yaptığı “bize oy vermeyenlerin de sorumluluğunu taşıyoruz” türünden açıklamaların tüpten çıkan macunu geriye sokmaya yetmeyeceği ortada. Bu konuda bir çok örnek sıralanabilir ancak Erdoğan’ın tribünlere oynayarak gerilimi besleyen bu itidalsiz tavrı, manidar biçimde bu operasyona verilen Ergenekon adının alındığı efsanede olduğu gibi bütün Türkiye’yi Demir Dağı’nın arkasına hapsetmiştir. Abdüllatif Şener’in 22 Temmuz seçimlerinden hemen önce, 29 Mayıs’taki özel görüşmelerinde Erdoğan’ı bu konuda uyardığı yazılıp çizildi gazetelerde. Şener’in Yargıtay’ın valiliklere yazı gönderdiğini ve kapatma hazırlığı yapıldığına ilişkin belgeleri Erdoğan’a göstermesinin ardından Erdoğan’ın “ciddiye almayın, bir şey yapamazlar” dediği ortaya çıktı. Erdoğan’ın kanırtmayı seven ve efelenme kültüründen gelen zihinsel kodları halk nezdinde pozitif karşılık bulsa da, toplumsal bir travmaya yol açtığını da unutmamak gerek. Ancak Erdoğan’ın bildiğinden şaşmayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. 1990’lı yıllarda siyasal İslam’ın Türkiye’deki yükselişini araştıran ve Ümraniye’deki deneyimler üzerine bir çalışma yapan ABD’li Sosyal Antropolog Jenny B. White, İslamcı Kitle Seferberliği kitabında Erdoğan’dan “rock yıldızı” olarak söz ediyor. Aktüel Dergisi, son sayısında (10-16 Nisan) White’in kitabından Erdoğan’la ilgili bir bölümü yayınladı: “ Recep Tayip Erdoğan, Türk siyasetinin rock yıldızıydı. Eskiden futbol oynamış, üniversite bitirmiş, evli ve dört çocuk babası olarak gittiği her yerde, yıldızlara hayran gençlerden oluşan kalabalıların ilgisini çekiyordu. Arkaya taranmış kestane rengi saçları, hafif tıknaz yüzü ve pırtlak kahverengi gözleri, şehirli, profesyonel tavrının köşelerini yumuşatan sürekli alaycı bir görünüm veriyordu ona...”

Başbakan Erdoğan’ın gerilimin tarafı olmayacakları yönündeki açıklamaları bütün bu yaşananlar ortadayken şimdilik samimiyetten uzak görünüyor. En azından bir türlü bastıramadığı kişisel egolarının onda yarattığı ikircikli ruh halinin toplumun büyük bir kesimine sıçrayan gerilimi bunu düşünmemize neden oluyor. Şimdi önümüzde duran ve ivedilikle yanıtı aranan soru, Türkiye’yi Demir Dağı’nın arkasından çıkaracak bir kılavuzun olup olmadığıdır. Zira gelinen noktada bu kılavuzun kurt mu keçi mi olduğunun bir önemi yoktur. Buradan çıkılacak, başka yolu yok! Ama nasıl?

Bu sorunun yanıtını düşünürken, Türk modernleşmesinin klasik seyrinden çıkarak farklı bir mecraya doğru sürüklenmeye başlamasının başlangıcı sayılan Amerikan soslu son elli yıllık siyasi hafızamıza göz atmakta yarar var. Kısacası kolektif hafızamızdaki siyasi ezberi yeniden gözden geçirip gündemin karmaşık kodlarının ipuçlarını aramak gerekiyor.

Ancak önce bu hesaplaşmanın, önemli ayrıntılarından birini, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından AKP’ye açılan kapatma davasıyla Ergenekon operasyonunu ilişkilendirmesini ve ardından operasyonu yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’in ‘diğer davalarla ilgisi yok’ biçimindeki zorunlu açıklamasını bir kenara not edelim. Zira gündemi belirleyen ve her geçen gün toplumsal kamplaşmayı körükleyen bu kavga, aslında gerçek bir tarikatlar ülkesi olan Türkiye’nin, hangi cemaatinin iktidar, hangisinin muktedir olacağının kavgasıdır. Yüzeyde görünen demokrasi soslu modernizm projeleri ve halk yalakalığının pek bir yavanlaştığını görmek için fazla söze gerek yok. Başbakan’ın AKP kadın kolları kongrelerinde yaptığı konuşmaların içeriğine bakıldığında bunun ayrıntılarını görmek mümkün.

Cumhuriyetin cemaatleri
Osmanlı’dan Cumhuriyete evrilen siyasi ve sosyal hayata bir şekilde damgasını vurmuş, dinsel gelenekten gelen aristokrat ailelerin; aşiret, tarikat ve şeyh-molla ilişkisi içinde şekillenerek bu günkü konumlarını “derinden” sürdürmeleriyle oluşan İslami kaymak tabakanın, bu gün “Beyaz Müslümanlar” diye adlandırabileceğimiz kesim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yanıyla da bu günkü iktidar kavgasında “koçbaşı” olarak kullanılan aktörlerin gelip geçici olduğunu unutmamak gerek. Bu kavganın derinlerinde yatan asıl nedenlerden biri de, henüz tam olarak su yüzüne çıkmayan tarikat-cemaat ve iktidar kavgası. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde ve söyleminde tarikat ve cemaatlerin varlığı yok sayılsa da, Mevlevilik ve Bektaşilik başta olmak üzere özellikle aşiret ve dinsel bağların çok güçlü olduğu Doğu ve Güneydoğu’da, Kadirilik, Halvetilik gibi tarikatlarla sürdürülen ilişkiler, üzerinde ‘derin’ incelemeler yapmayı bekliyor. Cumhuriyet bürokrasisinin ve seçkinlerinin birçoğunun nüfuz alanlarının genişlemesinde dinsel bağların referans olarak kullanılması görünürde olmasa bile örtülü olarak sürmüştür. Bunun sonucu ortaya çıkan sınıfın dinle kurduğu ilişki yerini zamanla daha seküler bir alana bıraksa da bu ilişkilerin örtülü bir iletişim doğurduğunu söylemek abartılı olmaz. Bu uzun ve ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte, günümüzde yaşanan çatışmanın görünmeyen alanına ilişkin ipuçları vermesi bakımından önemlidir de.

Tarikat kardeşliği
Bu uzun girizgahtan sonra biz de meramımızı anlatmaya koyulabiliriz. Türkiye, modernleşme serüveninde bu gün geldiği noktada, ideolojilerin ve inançların en ucuz olduğu ülkelerden biri, belki de birincisi haline geldi. Kim neyin uzantısı, kim kimin yardakçısı, hangi dini cemaat hangi seküler vakfın ‘kardeşi’, hangi milliyetçi kanaat önderi hangi komünistin çocuğu ya da tersi… Bu konuda net bir fotoğraf çekmek çok zor. Hatta imkansız. İmkansız, çünkü bu gün karşılıklı gerilimin tırmanmasıyla birlikte ortaya çıkan kirlilik, bir çok açıdan akıl sağlığımızı gözden geçirmemizi zorunlu kılıyor.

Önemli araştırmalara imza atan Yeni Şafak yazarı Abdullah Muradoğlu, 13 Kasım 2007 tarihli yazısında, Türkiye ve Irak arasında ilginç bir ‘tarikat kardeşliği’ ilişkisi kuruyordu. Bakın nasıl ezber bozucu ilişkiler ağı kuruluyor bu şaşılası coğrafyada: “Amerikalıların Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani de Şeyh çocuğu. Büyük dedesi Abdurrahman Halis Kerküki, Kadiri Tarikatı'nın Halisiye Kolu'nun kurucusu… İsim tanıdık geldi mi? Kurtlar Vadisi Irak'tan hatırlarsınız. Gassan Mesud'un oynadığı, Irak'ta Amerikan karşıtı Kadiri şeyhinin adıydı… ‘Ne alaka?’ diyorsunuz. Ona da geleceğim. Sabredin… Halisi kolu Haydar Baş'a, Tayyar Baba'ya kadar uzanır… Tayyar Baba kim? Kurtlar Vadisi'nin yapımcıları Şaşmaz'ların dedesi. Şimdi Dergâhın başında babaları var. Amcaları Tahir Şaşmaz MHP eski milletvekiliydi. Prof. Süleyman Ateş de Halisi Şeyhi Muharrem Hilmi Efendi'nin talebesidir. Abdurrahman Halis Kerküki adının filmde kullanılması yerine oturdu mu? Şimdi ne olacak? Halisi-Kadiri torunlarını toplayıp, “Şeyh Hüsamettin Halisi'nin oğlu Celal Talabani'ye gidip, 'Yahu aramızda tarikat kardeşliği var. Şu PKK'yı ortadan kaldıralım' desenize” mi diyeceğiz? Soner Yalçın, Kurtlar Vadisi dizisi'nin konsept danışmanıydı. Yemişliği içmişliği var Şaşmaz'larla…”

Abdullah Muradoğlu’nun işaret ettiği tarikat kardeşliği ve Soner Yalçın’a yaptığı gönderme çok çarpıcı. Zira Soner Yalçın, “konjoktürel muhalif” olarak son kitabı ve yazılarında büyük bir gayretkeşlikle ‘beyaz Müslüman’ların sırlarını ifşa ediyor. (Bu konjoktürel muhalif tanımını yabana atmayın. Soner Yalçın kitaplarını, bir de yazıldığı dönemin siyasi koşullarını ve güç dengelerini hesaba katarak okuyun.) Yazar Tayfun Er ise, Ahmet Altan’ın Güner Hanım’dan doğan kızı Sanem Altan’ın; Soner Yalçın’ın sevgilisi olarak medyada yer aldığını ve şiddeti teşvik eden, mafyayı ve cinayetleri kutsayan Deli Yürek dizisinin senaristlerinden olduğunu hatırlatarak, “dede, baba liberalizm satarken Sanem Hanım da milliyetçilik satıyordu” diyor, Erguvaniler kitabında. Türkiye’de kendisini kanat önderi olarak konumlandıranların ya da bu misyonu yerine getirmek üzere “atananların” ideolojik ve sınıfsal duruşlarından bir fikir edinmek ve bu fikrin üstüne bir ülke inşa etmek, hayal olarak bile zorlayıcı bir deneyim.

Türkiye’de üç kuşağın aynı evde ömrünü tamamladığını göremediğimizi yazmıştım daha önce. Kuşkusuz bu durumun ilkeler ve inançlar için de geçerli bir gösterge olduğunu söylemek abartılı olmaz. Fikir olarak dedenin sattığıyla, torunun sattığı arasındaki uzaklığın ölçüsü, devletin cemaat ve tarikatlarla kurduğu ilişkinin ölçüsüyle paralel gidiyor.

Cumhuriyet seçkinleri ve bürokrasisinin büyük çoğunluğunun yaslandığı Bektaşilik ve Mevlevilik gibi geleneklerin yanında biraz önce değindiğimiz ve aşiret-tarikat-cemaat üçlemesinin yaygın olduğu Doğu ve Güneydoğu bölgesinin sosyal yapısını belirleyen Kadirilik, Nakşilik ve Halvetilik, tek parti döneminde ‘kısmen’ rejimle uyumlu bir görüntü verse de çok partili döneme geçişle birlikte kendine yeni siyaset alanları yaratmaya çalışmış ve dönemin konjoktürel etkileriyle de kendilerini Amerika’dan esen ‘demokrasi rüzgarlarına’ bırakmışlardır. Kısacası, devletin kendisine yakın bulduğu tarikatlarla, “tehlikeli” bularak yasakladığı tarikatların görünmeyen çatışması olarak ikiye ayırabiliriz bu dönemi. Ancak dünün “tehlikeli” kabul edilen ve “görece” mesafeli durulan tarikatlarının AKP iktidarıyla birlikte ülkenin sosyal ve siyasi yapısı üzerinde önemli ölçüde denetim kurmaya başlaması, ülkedeki dengeleri altüst etmekle kalmadı, Batılı toplum mühendislerine de yeni çalışma alanları yarattı.

Allah kazananı sever mi?
Vatan Gazetesi’nden Buket Aşcı, gazeteci İsmail Küçükkaya’nın, yeni çıkan “Cumhuriyetimize Dair” kitabında yer alan Hilmi Yavuz söyleşisinden aktardığı bölüm çarpıcıydı. Gül’ün Çankaya sofrasında da ağırladığı Hilmi Yavuz’un söyledikleri, açıkça dillendirilmese de Türkiye’de uzunca bir süredir adına takiyye denilen örtülü niyet kavramının ne denli belirleyici olduğunu ispat eder nitelikteydi. Kendisinin ortaya attığı ‘Nakşi Proje’ kavramıyla ilgili soruyu yanıtlayan Hilmi Yavuz, projenin; ‘Türkiye’yi kalkındırmak, belli bir sermaye yapısı oluşturmak ve Türk insanını müreffeh kılmak’ anlamına geldiğine işaret ediyor ve ekliyordu: “ Kapitalizmle uyuşmaktır bu. Dünyevileşme! Bir anlamda liberal bir siyaseti işaret ediyor. Kapitalist dünyanın, 21’inci yüzyılın sorularıyla Nakşîlik ‘Biz bu çağa nasıl ayak uyduracağız’ diye sorgulama yapıyor. Nakşîlik bunu kendisine dert edinmiştir. Başka cemaat veya tarikatlarda bunu göremeyiz. Ayrıca bunun Kurani dayanakları da var. Mesela Carl Becker’in yaptığı 1930’larda bir çalışma var. Kuran’da geçen kavramlardan birçoğunun ekonomik ve ticari kavramlar olduğunu söylüyor. Mesela kisb. El kasibi habibullah! Allah kazananı sever. Buradaki ‘kisb’ hangi anlama geliyor? Edinmek! Evet, ama bu edinme, tamamen dünya malı edinme midir? Gurur yapmayacak bir şekilde mal mülk edinme. Kuran’ın bize buyurduğu şey: Dünyevileşin, mal mülk edinin, ama bununla asla gururlanmayın! Nakşîlik bunu savunuyor. Daha fazla zengin olun. AK Parti’yi bu bağlamda görmeden anlamak imkansızdır. Sermaye birikimine, mal ve mülk sahibi olmaya önem veriyorlar ve ne kadar çok kazanırlarsa Kuran’ın gereğini o kadar yerine getirdiklerini düşünüyorlar.”

İslami Kalvinistler…
Hilmi Yavuz’un söylediklerinin Türkiye’nin aydın sorunuyla ilgili olarak ayrıca ele alınabilecek veriler içermesi bir yana, O bu süreçte üzerine düşen “sorumluluğun” ve oturduğu sofranın hakkını veriyor. Ancak Hilmi Yavuz’un konu bağlamında söyledikleri salt onun buluşu ya da öngörüsü değildir. European Stability Initiative’in 2005 Eylül’ünde yayınladığı “İslami Kalvinistler- Orta Anadolu’da Değişim ve Muhafazakarlık” başlıklı rapor, Kayseri örneğinden yola çıkarak, Türkiye’de AKP ile birlikte toplumsal yapıya egemen olmaya başlayan ve Protestan Hıristiyanlıkla ilişkilendirilen “İslami Kalvinizm” kavramını ele alıyordu. Aslında Kalvinizm kavramı zorlama bir yakıştırma olsa da, her zaman Batılılar tarafından antropolojik bir malzeme olmayı ilginç ve yüceltici bir deneyim sayan zihniyetin varlığı sayesinde kolay kabul gördüğünü söylemek yanlış olmaz. AB sürecinde şovların yapıldığı dönemde yayınlanan raporda, Avrupa’da olumsuz bir imajı olan Müslüman Türkiye’yi, Avrupalılara anlatmak ve İslam’la modernitenin bağdaşabileceğini göstermekti. Ne de olsa Batılı bir referansla kendini tanımlamaktan çok hoşlanan Türkiye’nin cemaat kültürünün hafızasında sayısız örnek vardı. Said-i Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in 1947 yılında Ankara Üniversitesinde yaptığı konuşma bu bakımdan çok ilginçtir. Gündüzalp, konuşmasında kısaca, Amerika’da Kuran’ı Kerim’in yeşil ipekler içinde yüksekçe bir yerde muhafaza edildiğini ve değerinin çok iyi bilindiğini, İslam feylezoflarının da orada el üstünde tutulduğunu dile getirir.

ESİ’in raporundan, RP’nin “dilini tutamayan” Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin açıklamalarından kısa bir bölümü aktarmak gerek: “Önceki belediye başkanı Şükrü Karatepe, Kayserilileri çok çalışkan Protestanlarla karşılaştırıyor ve ‘Kayseri’yi anlamak için önce Max Weber’i okumak gerek’ diyor. MÜSİAD Kayseri Şubesi Başkanı Celal Hasnalcacı ise, Anadolu kapitalistlerinin yükselişi, sahip oldukları Protestan iş etiği sayesinde oldu açıklaması yapıyor… Önde gelen dini şahsiyetler bu gün İslam toplumunun hizmetindeyken kar arayışı içinde olmanın dini açıdan dua ve ibadetle eşdeğer olup olmadığını tartışıyorlar.” (www.esiweb.org)

Max Weber, 1905 yılında kaleme aldığı “Protestan Etiği ve Kapitalizmin Ruhu” başlıklı makalesinde, Kalvinizm’in fani dünyadaki sofuluğunun, modern kapitalizmin yükselişinde ilk kıvılcımı oluşturduğunu öne sürüyordu. Ancak Weber’in savlarından yola çıkarak Kayseri’den Kalvinist devşirmenin nasıl sonuçlanacağından haberdar olmayan AB yetkilileri, bu gün AKP’nin AB konusunda attığı, daha doğrusu atamadığı adımlardan dolayı pek muzdarip görünüyorlar.

Bağdat’tan Bahçesaray’a Arvasiler…
Biz yine konumuza dönelim. 1999-2001 yılları arasında Van’ın Bahçesaray ilçesinde kaymakam olarak görev yapan Mustafa Masatlı, görev yaptığı ilçe hakkında hazırladığı doktora tezinde bölgenin sosyal yapısı hakkında önemli detaylar aktarıyordu. Bahçesaray’daki başarılı çalışmalarını ve bölgeyle ilgili izlenimlerini kendisinden de dinleme olanağı bulduğumuz Mustafa Masatlı’nın ÇEKÜL Vakfı tarafından yayınlanan “Bahçesaray Adında Bir Gezegen” adlı kitabında bölgenin sosyal ve siyasi yapısı hakkında anlattıkları önemli detaylar içerir: “Nakşibendi tarikatına mensup şeyhler, Moğol istilaları sırasında Bağdat’tan gelip Bahçesaray’ın yüksek bir köyü olan Arvas’a yerleşmişlerdir… Arvas’taki medresede din ilimlerinin öğretilmesi, halkın günlük yaşantısındaki dini sorunlarına cevap verilmesi ev seyyidlik gibi faktörler, söz konusu aileyi bölge sınırlarını da aşan sosyal ve siyasal bir nüfuza sahip kılmıştır… Hatta Sultan Abdülhamit döneminde kurulan Hamidiye Alayları’nın paşalıklarından birinin başına Arvas şeyhlerinden Abdülhamit Paşa getirilmiştir. Nitekim bu zatın oğlu olan İbrahim Arvasi, ilk Van milletvekili olarak meclise girmiştir. Bu ailenin diğer bir kolu, Bitlis’in Hizan ilçesinin Gayda Köyü’ne yerleşmiştir… Nitekim 1950 yılından günümüze Bitlis’in siyasal yaşamında önemli ölçüde söz sahibi olan bu ailenin iki bireyi, Karman İnan ve Edip Safter Gaydalı, uzun yıllar milletvekili ve bakanlık yapmışlar… Bu ailenin başka bir kolu da Erciş ilçesine yerleşmiştir. Bu aileden gelen Malik Ejder Arvas iki dönem milletvekili seçilmiştir…”

Masatlı’nın altını çizdiği sosyal ve siyasi yapının günümüze değin süren etkilerinin Osmanlı’nın Kürt politikası çözümlerden biri olan Hamidiye Alayları’na kadar uzanan bir tarihi vardır. II. Abdülhamit’in, bölgede açıkça Kadirileri desteklediği bilinmesine karşın Nakşiliği bir ideolojik çimento olarak Hamidiye Alayları’nın oluşumunda kullandığı da söylenir. En azından 1876 yılında tahta geldikten hemen sonra Kürt milislerden oluşturduğu Hamidiye Alayları’nın Kürt paşalarının bir çoğunun Nakşi şeyhlere bağlı olduğu biliniyor. Nakşi şeyhlerinin bölgedeki siyasi güçleri azımsanmayacak ölçüdedir. Öyle ki, 1800’lerin sonlarından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen dönemde ortaya çıkan Kürt ayaklanmalarının hemen hepsinin de Nakşi şeyhleri öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu gün sistemi ele geçirdikleri konusunda ciddi endişeler bulunan Nurculuğun kurucusu, önceki adıyla Said-i Kurdi’nin İstanbul'a; “Kürdistan'ın çorak yerlerinde maarifsizlikle öldürülmek istenilen kainat idrakinde yapamadığı kaşanelere bedel Yıldız siyaset mezbahanesini zelzelelere vermek azmiyle” geldiğini de ekleyelim. Yıllardır meclise gönderilen Doğu ve Güneydoğu kökenli milletvekillerinin parti ayırt etmeksizin bu hiyerarşik aile yapılanması içinden gelen isimlerden seçilmesi, bu yapının köklerinin anlaşılması açısından önemlidir. Arvasiler, Taşkesenliler, Norşinler ve Hazneliler gibi seyyidlik geleneğine yaslanan ailelerin oluşturduğu aristokrat örgütlenmesi hakkında yeterli yazılı kaynak olmamasından dolayı çok az şey bilmemize karşın, bu ailelerin yarattığı gerçekliğin Türkiye’nin siyasi ve sosyo-ekonomik yapısının ‘kilit’ noktalarından biri olduğu gerçeğini göz ardı ederek bugünü anlamak mümkün değildir.

Fethullah Hoca ile Ergenekon’dan çıkış!
Türkiye’nin ideolojik ezberi son haftalarda defalarca bozuldu. Yaşanan bilgi kirliliğine bir de toplumsal ayrışma eklenince, gündemin yarattığı yapay Demir Dağı’nın arkasına hapsolduk. Şimdi bu ezberimizi bozup Ergenekon’dan çıkma zamanıdır. Ancak Türkiye’nin siyasi ve sosyal hafızası bu gün dizilerin alt yazılı ve mesajlı yakın tarih hatırlatmalarıyla sürüp durdukça, korkarım toplumu buradan çıkaracak aktörlerin referansı, Nakşiliğin uzun yürüyüşünün geldiği son nokta olan Fethullahçılık olacak. 1965’li yıllarda Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucuları arasında yer aldığı günden beri devletle kurduğu paradoksal ilişkinin bu gün kendisini Amerika’da ikamete zorladığı Fethullah Gülen’in öncülüğünde çıkılacak yolun sonunun nereye varacağını kestirmek zor değil.

* Yeni Harman Dergisi'nin Temmuz 2008 sayısında yayınladığım bu yazının işaretlerini okumak için yandaki linki tıklayınız: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalDetay&Date=&ArticleID=925023


Yorumlar

Popüler Yayınlar