Dekolte giyen tecavüze, eleştiren Silivri'ye katlanır!


Mikrofaşizm tezi ve türban konusundaki radikal çıkışlarıyla cemaatlerin şimşeklerini üzerine çeken İlahiyatçı Profesör Dr. Şahin Filiz, AKP iktidarıyla birlikte yaşananların makrofaşizm aşamasına geldiğini iddia ediyor.

Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Başkan Yardımcısı olarak akademik çalışmalarını sürdüren Filiz, Türkiye'deki cemaat yapılanmasının dini yozlaştırdığından, siyasi iktidarın İslam'la savaştığına kadar bir çok konuda dikkat çekici değerlendirmelerde bulunuyor. Mikrofaşizmin 12 Eylül'de başladığını öne süren Filiz, Özal döneminde yayılma alanı bulduğunu AKP ile birlikte iktidar olduğunu söylüyor. Gazeteci Yusuf Yavuz, Filiz'e tecavüzcüyü savunan ilahiyatçıdan, Oda TV baskınına kadar pek çok konudaki görüşlerini sordu. Türkiye'deki siyasal İslam'ın özünü yitirdiğini söyleyen Filiz,"Bu türden bir İslam anlayışı, ahlaki değerlerini yitirmiş bir toplumu, daha fazla yağmacı, daha fazla çapulcu ve kapkaçcı haline getiriyor."

Yusuf Yavuz: Selçuk üniversitesi'nden İlahiyat Profesörü Orhan Çeker'in, 'dekolte giyene tecavüz ederler'açıklaması, Ulaştırma Bakanlığı Basın Müşaviri Mehmet Aycı'nın Erzurumlu kadınları isyan ettiren Rail Life Dergisi'ndeki 'Trenden kaçan oğlan' başlıklı yazısı; öte yandan Başbakan Erdoğan'ın kaymakamlara yönelik yaptığı konuşmada dile getirdiği "bekar olanlar evlensin" sözleri. Bütün bu yaşanları sonuç olarak değerlendirecek olursak siz bunun nedenlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şahin Filiz: Bütün bunlar aslında otuz kırk yıl içerisinde tarikat ve cemaatlerin toplum içinde illegal yollarla din adına yapmış oldukları bilgi kirliliğinin bir sonucudur. Bu, tamamen cehalet ve karanlığı temsil eden bir bilgi kirliliğidir. Bunların sonuçlarını yaşıyoruz şimdi. Daha fazla dindarlaşmak ve 'ahlakileşmek' adı altında bu sonuçlara bizi mahkum ettiler. Bu tamamen İslam'ın siyasallaşması sonucunu doğuruyor. Biliyorsunuz Cumhuriyet'in temellerinde Türk kadınının çok büyük bir rolü vardır. Modern devletin oluşumunda kadınlar başat rol oynar. Dolayısıyla cumhuriyete saldırmak isteyenler bunu doğrudan yaptıkları gibi dolaylı olarak da kadın üzerindenbunu yapıyorlar. Kadını eve hapsetmekten tutun da, onu türbana, çarşafa sokmaya kadar uzanan bir takım baskıya dayalı açıklamalarını hep birlikte görüyoruz. Bunlar tam anlamıyla dinci faşizmin sonuçlarıdır. Bugünkü siyasi iktidarın kadın, toplumun yapısı ve cumhuriyetin temel dinamikleri konusunda düşündükleriyle, Prof. Çeker'in açıklamaları birbiriyle son derece uyum içerisindedir. Bu asla rastlantısal değildir.

AKP hükümetinin tavrıyla Prof. Çeker'in dekolte giyen tecavüze uğrar açıklaması arasında bir parallelik var diyorsunuz, öyle mi?

-Kesinlikle. Çünkü bir Profesörün, "dekolte giyen tecavüze uğrar, bunun doğal sonucuna katlanacaksınız" demesiyle; hükümetin "konuşursanız, eleştirirseniz Silivri'ye gönderilirsiniz" demesi arasında çok büyük bir paralellik var. Bunlar asla rastlantısal olarak söylenen sözler değil. Bu bize Türkiye modeli bir siyasal İslamcılığın devreye sokumduğunu gösteriyor.

'ASIL KAĞITTAN KAPLAN İKTİDARIN KENDİSİ'

Nedir bu model?


-Ilımlı İslam modelidir bu. Temelinde de Fethullah Gülen hareketi yer alıyor. Daha da geriye giderseniz Said-i Nursi yer alır. Bu yolla İslam dinini Türk toplumunun yapıcı unsurlarından biri olmaktan uzaklaştırıp, bir anlamda yıkıcı bir siyasi ideolojiye dönüştürmenin anlatımıdır bu. Din istismarı, siyasi iktidarın bir kabus gibi halkın üzerinde kullandığı bir güç haline gelmiştir. Din istismarını çekip aldığınız zaman siyasi iktidarın gücü gerçekten de görünenden çok daha azdır. Asıl kağıttan kaplan siyasi iktidardır. Kağıttan kaplan oldukları gerçeğinin üzerini örten en önemli etken de din üzerinden yapmış oldukları siyasettir. Bu istismar aracını ellerindne çekip aldığınız zaman geriye güçsüz ve istismarcılardan ve çıkar gruplarından oluşan yamalı bohça gibi bir tabloyla karşılaşırız. Dokusu asla sıkı değil. Sosyolojik anlamda insanlar aynı dine inanırlar ama aynı dine aynı şekilde inanmazlar. Aynı dine aynı şekilde inanmadıkları gibi aynı dine aynı şekilde de davranmazlar. Bu bütün dinler için geçerlidir. Şimdi öyle bir siyasal İslam modeli ortaya çıkıyor ki, inanç örgütlenmesi söz konusu ediliyor, inanç örgütlenmesi daha sonra bu standart tavır örgütlenmesine doğru evriliyor. Yani hem inanç da hem tavırda din felsefesi bakımından bir standart yaratılıyor. Yaratılan bu standartlar bir yerde emperyalizme de açık kapı bırakıyor. Çünkü emperyalizm standart inanç ve bu inanca bağlı homojen davranış kalıplarını taşıyan bir kitleyi yöneten belli başlı insanları çok rahatlıkla ikna edebilecek ortamı bulabiliyor.


'TÜRKİYE'DE DİN ACIMASIZCA KULLANILDI'

Said-i Nursi ve Gülen cemaatinin sürekliliğini bu açıdan nereye koyuyorsunuz. 1945 yılında Said-i Nursi'nin öğrencilerinde Zübeyir Gündüzalp, yanlış hatırlamıyorsam Ankara Üniversitesi'nin açılışında bir konuşma yapıyor ve Kuran'ın Amerika'da yeşil ipekliler arasında el üstünde tutulduğunu, Amerikalı, batılı 'feylesoflar'ın Kuran'ı daha iyi anladığını ancak bizim bunun değerini yeterince bilemediğimiz yönünde cümleler kuruyor. Bu, Türkiye'nin çok partili döneme geçiş yapmaya çalıştığı sancılı bir dönemde ortaya çıkan konuşma, bir işaret mi size göre?

-Türkiye tarihinde çok partili döneme geçişimizin bir başka adı da ne yazık ki emperyalizmin kucağına oturmak anlamına geliyor. Yani Amerika'nın müttefik olarak kabul edilmesi gibi bir söylemin çok ötesinde, Amerika'nın istekleri doğrultusunda dizayn edilen bir toplum yapısına geçildiğini gösteriyor. Bu dizaynın temelinde de zaten dini söylemler yer alıyor. Zübeyir Gündüzalp'in de yaptığı gibi; kendilerini dini söylemlerin patronu olarak görenlerin ilk işaretlerini o dönemde veriyorlar. Diğer yandan Gündüzalp'in kullandığı 'feylesof' kavramına baktığımızda da tam bir ikiyüzlülük ve çarpıtmanın olduğunu görüyoruz. Çünkü Amerika olsun, Avrupa halkları olsun, bugün kendi toplumsal dinamiklerini felzefeden yararlanarak oluşturduklarını görüyoruz. Dini söylemi kullananlar, bir yandan felsefe üzerinden kurban keserek, diğer yandan da risalei nurlarda felsefe okuyanları Şeytan ve namussuz ilan etmek gerçekten de çok büyük bir çelişkidir. Halkı aptal yerine koymaktır. Eğer batılı filizoflar İslam'ın değerini gerçekten bilmişlerse, demek ki bu tarikatlar aracılığıyla değil, felsefe aracılığıyla mümkün olabiliyor. Madem ki batılı filozoflar Kuran'ı beğeniyor ve anlıyorlar, o halde siz neden en fazla bağlandığınız va bir harfinin bile değiştirilemeyeceğini düşündüğünüz; Kuran'la eşdeğer saydığınız risalei nurlardaki felsefe ve filozoflara yönelik ağır eleştirileri hala ideolojiniz olarak kabul ediyorsunuz. Bütün bunlara baktığımızda Ilımlı İslam projesinin 1945'lerde başladığını söyleyebiliriz. İnsanları emperyalizmin etkisine açık hale getirmenin en önemli dayanaklarından birisi din sömürüsüdür. Ta o yıllardan başlayarak Cumhuriyet kurumlarını esir alacak kadar büyük bir güce ulaştığını, Cumhuriyet kurumlarını esir almada din sömürücülerinin o günkü söylemleriyle bugünkü söylemleri arasında hiç bir farkın olmadığını, çok partili sisteme geçilirken ABD desteğiyle sürece girenlerin, bugün orduyu ve yargıyı yine o emperyalistlerin yardımıyla Cumhuriyeti yıkmak adına kuşattıklarını görüyoruz. Din Türkiye'de diğer İslam ülkelerinden daha fazla ve acımasızca kullanılmıştır. Sonuç olarak 1945'te yapılan o açıklamayla, bundan üç-dört yıl önce Fethullah Gülen'in sağ kolu sayılan bir zatın yaptığı "Türkiye'de Fetullah Hoca'yı' sevmeyen kimse kalmayacak, herkes Gülen'ci olacak" açıklaması, koskoca bir toplumu nasıl da emperyalizmin memuru olarak atadıklarının bir göstergesidir. Hal bunun bir dindarlaşma olduğu sanısına kapılarak her ne yaparlarsa yapsınlar dindendir düşüncesiyle bunların suyuna gitmeyi Allah'ın kendilerinme vermiş olduğu bir lütuf olarak görüyorlar. Bu kasıtlı bir bilgi kirlenmesidir. Bu kirlenme toplumun esaret altına alınmasına, Cumhuriyetin kuşatılmasına kadar varan sonuçlar doğuruyor.

'ALLAH KATINDA TEK DİN İSLAM'DIR' ÂYETİNİ KALDIRDILAR'

Batı'da'da cemaatler üzerinden yapılan reformlar olduğunu biliyoruz. Ancak ABD üzerinden yürütülen bir çalışmayla Gülen hareketi Türkiye'deki dinin batılılaşma aşaması olarak sunulmaya başlandı. Bir başka deyişle Türkiye'deki dini yapıyı batıya entegre etmenin bir yolu olarak gösterilen Gülen cemaatine baktığınızda Türk toplumunun dokusuna nasıl etki ettiğini görüyorsunuz?

-İslam dininin batılılaştırılması şeklinde kullandığınız deyim ile dinler arası diyalog kavramı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Dinlerarası diyalog aslında bir bakıma İslam dininin batılılaştırılmasıdır. Ya da İslam'ın 'uygar' dünyanın bir parçası haline getirilmesi de denilebilir. Ilımlı islam projesi de bunun doğal bir sonucu. Dinlerarası diyalog ya da ılımlı İslam projesinin temel paragirması şudur; bir kere İslam dininde Hıristiyanlık ve Yahudiliğe taban tabana zıt olan temel ilkelerin ortadan kaldırılmasıdır. Örneğin bunlardan birisi Gülen cemaatinin yaptığı Hz Muhammed'i kelime-i şehadetten çıkarmaktır. Milli görüş hareketi de sonradan bu modaya uydu. Daha önce de bunu yazmıştım; kelime-i şehadette ki 'Muhammed Allah'ın resulüdür' kavramını ortadan kaldırdılar. Aynı operasyon yalnızca cemaatin kendi içerisinde değil, cemaatin büyük ölçüde etkisi olduğu siyasi iktidarın uygulamalarında da görüldü. Örneğin hutbelerde, "Allah katında tek din İslam'dır" biçimindeki âyeti de kaldırdılar.

Bunu Diyanet İşleri Başlanlığı aracılığıyla mı yaptılar?

-Tabii. Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla kaldırıldı. Artık hutbelerde o âyet okunmuyor.

Peki siz neye bağlıyorsunuz bu âyetin okunmamasını?

-Bu doğrudan doğruya dinlerarası diyaloğun hükümet üzerindeki etkisidir. Ilımlı İslam'ın biçtiği roldür. Batılılaştırılan bir İslam dininde, tek bir tanrı inancıyla ya da bu inancın Hz. Muhammed'in elçiliğiği söz konusu değildir. Hıristiyanlıkta tanrı kavramı üçlemeye dayanır. Hz. İsa'nın peygamber olup olmadığı da net değildir. Çünkü bir yandan peygamberdir, bir yandan oğuıldur, diğer yandan da Tanrıdır. İslam'da ise bu nettir. Hz. Muhammed peygamberdir ve Tanrı da tek bir varlıktır. Hz. Muhammed'i en son peygamber olarak göndermiştir. Hatta Hz. Muhammed'in gönderilmesi, daha önceki Hıristiyanlık ve Yahudilikte tahrifata uğramış olan kutsal kitapların Kuran'la yeniden düzeltilmesi, dinle ilgili yanlış anlamaların önüne geçilmesi ve peygamberle birlikte değiştirilemeyecek bir kitap gönderilmesi şeklindedir. Böyle olunca, batı ve Hıristiyan dünya ile taban tabana zıt düşen bir dinin mensupları oluyoruz. Bu görüntüyü ortadan kaldırmak için bir entegrasyon modeli yaratıldı. Dolayısıyla dinlerarası diyalog, İslam'In batılılaştırılmasından ziyade, Hıristiyanlaştırılmasına dönüştü. Çünkü Kuran'da da çok açık âyetler var; "siz onların dinini kabul etmediğiniz sürece onlar sizden razı olmazlar" diyor.

'DİYALOGLA İSLAM DİNİ HIRİSTİYAN MEZHEBİ HALİNE GELDİ!'

Bu durumda çok temel bir çelişki de ortaya çıkmıyor mu. Bir bakıma kendi iddiasını yitiren, ya da kendi iddiasından vazgeçen bir İslam anlayışı ortaya çıkmıyor mu?


-Tabii. Artık buna İslam denilmesinin de doğru olacağını düşünmüyorum. Dinlerarası diyalog süreciyle beraber İslam dini bir Hıristiyan mezhebi haline gelmiştir. Ve burada kullanılan manivela da Fethullah Gülen hareketidir. Hatta yalnızca Gülen hareketi değil, bir yerde onun etkisine maruz bırakılan siyasi iktidardır da. Fethullah Gülen, siyasi iktidara bir takım talimatlar verdiği yönünde eleştirildiği zaman, "ben zaman zaman Cumhurbaşkanına, zaman zaman da Başbakan'a telefon eder kanaati acizanemi arz eylerim. Kabul buyurup buyurmayacakları kendi takdirleridir" diyor. Bu tam bir itiraftır. Bir yandan da aba altından sopa göstermektir. Hıristiyanlaştırılmış bir İslam dininin Türk toplumunda yaratacağı etki bakımından hem ahlaki çöküntüdür hem de bilimsel ve felsefi anlamda düşüncenin sürekli engellenmesidir, hem de Cumhuriyet'in kuşatılmasıdır. Bu kesinlikle eşzamanlı bir operasyondur.

AKP'nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından, 2003 Ocak ayında İngiliz Times Gazetesinde yer alan bir değerlendirmede, "Büyük Ortadoğu Projesi yalnızca Türkiye'de başarılı oldu" şeklinde görüşlere yer verilmişti. Bir anlamda AKP'nin seçimlerde kazandığı başarıyı BOP'un doğal bir sonucu olarak gören bir değerlendirmeydi bu. Bu sizin değerlendirmelerinizle de örtüşüyor. Bu tespite ekleyeceğiniz bir şeyler var mı?

-Bu çok doğru bir tespit. Aynı tespit bugün yapılacak olsa, AKP'nin başarı grafiğinin nasıl yükseldiği de ele alınabilirdi. Times'in bu tespiti son derece manidardır çünkü dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condolizza Rice, "Ortadoğu'da 23 ülkenin sınırları değişecek" diyordu. Zaten Başbakan Erdoğan da o dönemde kendisinin BOP'un eşbaşkanı olduğunu söylemişti. Abdullah Gül de bu sürece destek verdiklerini belirtmişti. Dolayısıyla burada din perdesi arkasına sığınılarak oynanan, özelikle de İslam dinine zarar veren, zarar verdikçe de toplumun dinamiklerini ortadan kaldıran bir sürecin nasıl da aşama aşama bugüne kadar geldiğini görüyoruz. Bu aynı zamanda iç barışı tehdit eden de bir süreçtir.

'KALVİNİZM SÖYLEMİ, İSLAM DİNİNE KURULAN BİR TUZAK'

AKP iktidarıyla birlikte tartışılmaya başlanan bir başka model de İslami Kalvinistler şeklinde formüle edilen yeni sınıf yaratma tartışmasıydı. Anadolu'nun kendi modelini ortaya koyamayacak kadar silik bir coğrafya olmadığını biliyoruz. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu tartışmaları?

-14. yüzyıl batı dünyasında bir rönesans yüzyılıydı. Her alanda topyekün bir uyanış ve yeniden doğuşun yaşandığı bir dönemdi bu. Din de bunlardan sadece bir tanesiydi. Ortaçağ'dan Yeniçağa geçişte bir devrim hareketidir rönesans. Tam bir hazırlık. 15. yüzyıla geldiğimizde rönesansın Ortaçağ din felsefesine yöneltmiş olduğu eleştiriler reform paketleiryle karşılık buluyordu. Luthercilik ve Kalvinizm tam bir teorik hazırlıktı. Bu teorik hazırlığın temelinde de felsefi birikim vardır. Kendi içerisinde o kadar tutarlı bir sistem vardır ki, teorik hazırlık, felsefenin dini insanlaştırmasıyla birlikte yerine oturmuştur. Ancak bizdeki değişimler, pratiklerin ve olguların zorlamasıyla meydana gelen değişikliklerdir. Batıda önce teori, daha sonra pratik gelir. Bizde ise tam tersine bir süreç vardır. Dolayısıyla Kalvinist İslam, ya da protestan İslam olarak düşünülen şey bir bakıma bizim kapitalist ilişkiler sonucunda ortaya çıkardığımız ve bir yerde emeğini batılıların çektiği bir hazıra konmadır. Bu tarz anlayışlar ılımlı İslam'ın da doğal parçalarından biridir. Teorik hazırlığı olmayan bir İslam'ın nasıl adlandırılırsa adlandırılsın sadece davranışların ve olguların yarattığı bir teorinin ilk önce ortadan kaldıracağı şeyler ahlaki değerledir. Bir bakıma yaptıklarınızı soyutlanmış değerlere dönüştüreceksiniz ve ileride yapacaklarınızın dinsel garantisini elde edeceksiniz. Felsefi anlamda İslam dinine kurulan bir tuzaktır bu. Bu tuzakla İslam dininin, yeterli olmasa da Anadolu'da oluşturduğu olumlu etkisini de ortadan kaldırıyor. Bu türden bir İslam anlayışı, ahlaki değerlerini yitirmiş bir toplumu, daha fazla yağmacı, daha fazla çapulcu ve kapkaçcı haline getiriyor.

'AKP, AB SÖYLEMİNDEN YENİ OSMANLICILIĞA GEÇTİ'

AKP iktidara geldiği dönemde batıyla ve Türkiye'deki liberallerle kurduğu ilişkide ılımlı bir dil kullandı. Ancak 2007 seçimlerinin ardından başlayan 'aslına rücu etme' süreci, iktidarını pekiştirdikçe giderek yönünü Arap dünaysı ve Ortadoğu'ya dönen bir seyir izledi. Bir yandan da 'eksen kayması' tartışmalarını da beraberinde getirdi bu süreç. Arap coğrafyası'nın ağabeyi olmaya ya da Mısır'a model gösterilmeye uzanan bu süreci nasıl yorumluyorsunuz?

-Biliyorsunuz Refah-Yol iktidarı, Refah Partisinin kapatılmasıyla sonuçlandı. Bu yapının içinden çıkan AKP'liler de Türkiye'deki dinamik güçler tarafından uzaklaştırılmayalım düşüncesiyle, AB sürecini ve batı dünyasıyla kurduğu ilişkiyi daha özenli yürüttü. Hatta bunu laik söylemleri olan diğer siyasi partilerdne daha da bir şiddetle savunmaya başladı. Batının önlerine koyduğu her türlü projeyi kabul ederek batıyı benimsemiş gibi göründüler. Hem batılılara hem de içeriye AB'ye girme projesini benimsediklerini anlattılar. Bir bakıma 'bize karşı gelen batıya karşı gelir' imajını iyice yaydılar. Aslında buna batıyı da inandırdılar. Ancak bu arada batılılara takiye yaparken, bu kez de İslam'a karşı yapmaya başladılar. Mağduriyet takiyesi yaparken, mağruriyet yapmaya başladılar. Artık batıya ihtiyacının kalmadığına, AB'nin sık dile getirilmesinin artık gerekmediğini düşünecek kadar iktidarlarını sağlamlaştırdıklarına inanmaya başladılar. Bir çeşit iktidar sarhoşluğu ve şımarıklığına kapıldılar. Ama bu arada Ortadoğu'daki İslam ülkeleriyle ilişkilere gelince AB iddiasından vazgeçtiklerini açıkça dile getirmediler ama aslına rücuyu, 'Neoottomanizm' dediğimiz yeni Osmanlıcılık hareketiyle yer değiştirmiş oldular. AB söyleminden, yeni Osmanlıcılığa geçmiş oldular. Yeni Osmanlıcılığın temel hareket noktalarından birisi de Ortadoğu'ya model olmak. Böyle bir rüyanın peşine düştüler. Bir bakıma bunlar o kadar çok şeye sadık olmadılar ki, en fazla sadık olmadıkları, en fazla tuzak kurdukları şey İslam dini oldu.

Şair mevlana İdris, çok sevdiğim bir dizesinde, "nergislerle çıktığımız yollardan, kolonya şişeleriyle döndük" der. Bu anlamı bir metaforu da barındıyor. Örneğin Nuri Pakdil'in hala yaşadığını pek azımız biliyoruz. Cemil Meriç'i, Sezai Karakoç'u unuttu siyasal İslamcılık. Bir yanıyla köklerindeki değerleri kolonya şişelerine mi hapsetti İslami hareket, ne dersiniz? Örneğin Nuri Pakdil, ya da Cemil Meriç bugün ne yana düşer?

-Nasıl ki bunlar Türkiye içerisinde kendilerini batı yanlısı olarak öne sürüyorarsa, laikliği savunan çevrelere karşı AB'yi koz olarak kullanmışlarsa; oy almayı kolaylaştıracak araçlar olarak gördüğü bu derinlikli derinlikli değerleri de halka karşı aynı şekilde yem olarak kullandılar. Bir yere kadar kullandıktan sonra da bu değerleri bırakmışlardır. Hem AB'yi, hem de İslamcılığı besleyen nitelikli düşünürleri, damarları bir yere kadar kullanmışlardır. Peki bu değerleri kullandıktan sonra İslamcılıktan vaz mı geçtiler? Hayır. Derinlik iddiası olan bir İslamcılıktan, daha popüler ve 'aceleci' bir İslamcılığa doğru evrildiler. Bu da ılımlı İslamın ileri aşaması. Daha çok, derinliğini yitirmiş, yozlaşmış ve yüzeysel bir şeklidir.


'LÜMPEN İSLAMCILIK ANLAYIŞI YARATILDI'

Peki buna 'postmodern ılımlı İslamcılık' diyebilir miyiz?

-Diyebiliriz ancak bu söylem bile fazla gelir gelinen durumu tanımlamaya. Çünkü yaratılan bu popüler siyasla İslamcılık anlayışına bir yerde lümpen de diyebiliriz. Sıradan ve ahlak dışı ve pırıltısını yitirmiş bir anlayış. Dolayısıyla Nuri Pakdil, Cemil Meriç ve Sezai Karakoç gibi isimlerin ger biri, popüler İslamcılığa dur diyebilecek isimler olarak kabul edildikleri için, ağırlıklar olarak görülerek geride bırakılmışlardır. Bir yanıyla iktidar olan ama asla kendi varoluş nedenleriyle, değerleriyle muktedir olamayan bir tabloyla mı karşıyayız. Çünkü AKP'nin iktidara gelişinin hemen ardından ortaya konulan politikalarla birlikte, İslami entellektüellerin arasında 'yokolmanın yolu iktidardan geçer' kaygısı taşıyan tartışmaların yapıldığını anımsıyorum. Bir bakıma iktidar olmakla birlikte verdiği sınavla kendi iddiasını da büyük ölçüde yitiren, İslami değerleri iktidar uğruna araçsallaştıran bir anlayışın tartışıldığını, dar bir çevrede de olsa biliyoruz.

'İSLAM'DA İNANÇ ÖRGÜTLENMESİ YOK'

İki yıl kadar önce Türkiye'de cemaat olgusunun geldiği noktayı tarif eden çarpıcı bir örnek ortaya çıkmıştı. Fethullah Gülen'in kardeşinin de ortakları arasında bulunduğu İzmir merkezli bir şirket, Türk Patent Enstitüsü'ne başvurarak, 43 kalem emtianın Fethullah Gülen adıyla isim hakkınının patentini almışlardı. Bira'dan rokete, uçaksavardan doğum kontrol hapına, Japon içkisinden ping pong topuna kadar bir çok ürünün de arasında en dikkat çekici olanı da Fethullah Gülen adına prezervatif gibi bir ürünün marka tescilinin yapılmış olmasıydı. Bunu, Gülen'in adını korumak adına yaptıklarını da söyleyenler, konu basına yansıyınca gelişmeyi haber yapan dergiyi de Savcılık kanalıyla toplatmışlardı. Siz cemaatler açısından gelinen bu noktayı nasıl yorumluyorsunuz?

-Yani şimdi bu İslam dininin ortaya çıkıp, Hz. Muhammed'in vefat etmesine kadar geçer süreç içerisinde varolma ve yayılma sürecini yaşadı kısaca bakıldığında. Hz. Muhammed'den sonra dört Halife geldi biliyorsunuz. Bunların üçü Müslümanlar tarafından öldürüldü. İslam Halifeleri, 'biz İslam devleti kurmak istiyoruz, şeriat devleti kurmak istiyoruz' diyenler tarafından öldürülmüşlerdir. Öldürülenler de Hz. Muhammed'in en yakınlarıdır. Bunların katilleri de Müslümanlardır. Bu bakımdan düşündüğümüzde İslam düşüncesinin, daha yayılmaya başlamadan önce mezhepler arasındaki siyasi çekişme ve çıkarlar tarafından boğulduğunu görüyoruz. Buna rağmen Abbasiler'den Selçuklular'a kadar geçen süreç içinde bir İslam rönesansının yaşandığını görüyoruz. Bunu yaratan İslam sufiliği yerini, 12. ve 13. yüzyıllarda tarikatlara bırakıyor. Tarikatlar siyasetin içine girmeye başladı ve siyaseti yönlendiren bir özne olmaya başladılar. Giderek de İslam dininin tek ideolojisi olmaya başladıkları bir dönemde biraz önce söylediğiniz örnekleri yaşamaya başladık. İnanç örgütlenmesi diye bir şey olmaz. Ancak bu siyasla İslamla birlikte çıkar örgütlenmesi halini almıştır. Ve biraz önce söylediğiniz zenginleşmenin adı, toplumun maddi, manevi zenginliklerini sömürmenin adı ve bu sömürü için çeteleşmenin adı tarikat ve cemaat haline gelmiştir. Böyle düşündüğümüzde de bırakın İslam'la olan ilgisini en sıradan ahlaki değerlerle bile bir ilişkisinin olmadığını görüyoruz. Gelinen bu nokta, İslam dünyası adına bütün birikimlerimizin ortadan kaldırılmasının ilanı demektir. Aslında şeriat ya da dine göre bir yönetim biçimi İslam'da hiç olmamıştır. Kuran, doğrudan doğruya, 'adeletle ve hakkaniyetle davranın' diyor. Bu kadar açık. Örneğin Hz. Ali'den rivayet edilen sözler vardır; Cemel vakası sonrasında verdiği hutbelerde, "içinde yaşadığınız toplumda iki tip insanla karşılaşırsınız" diyor. "Bir sizin gibi inananlar, diğerleri de inanmayanlardır. Müminler sizin inançta kardeşinizdir, diğerleri de yaradılışda kardeşinizdir. Her ikisine de adil davranmak zorundasınız" diyor. Şimdi tarikatlarda böyle bir mantık olsaydı medyaya yapılan baskınlar, yargısız infazlar, uzun süren tutukluluk süreleri, atılan çamurlar olabilir miydi? Bana göre dine rağmen bir dinden bahsediliyorsa bu mevcut İslam diniyle çatışmak anlamına gelir.

'İSTİSMAR EDİLEN DİN UNUTULDU, İSTİSMARIN KENDİSİ DİN OLDU'

Sizin sözlerinizden bir anlamda iktidardaki AKP'nin ve onun ortağı olduğu öne sürülen Gülen hareketinin aslında İslam diniyle savaştığını mı söylememiz gerekiyor?

-Kesinlikle. Ve ben bunu her yerde de söylüyorum. Bu hem kendilerinin hoşuna giden, hem de dışarıdan yönlendirilen bir savaştır. Eğer siz yargısız infaz ve adaletsizlik yapmak istiyorsanız insanların hakkında iftira kampanyaları başlatmak istiyorsanız ve bu yargısız infazları 'darbelercileri önlüyorum' diye savunuyorsanız, fakirlerden alıp zenginler arasındaki dayanışma gibi insanlara sunuyorsanız; bunlarıyapabilmek için bir tek engel var önünüzde o da İslam diniyle çarpışmanız. Yani İslam dinini ortadan kaldırmanız. İslam'ı ortadan kaldırmadığınız sürece, bununla çatıştığınız sürece bütün bunları yapamazsınız. Bunlar kendilerini 'bizim dışımızdakiler patates dinindendir' anlayışıyla değerlendiriyorlar. Bütün muhalefeti de darbeci ve sivil uzantıları olduğunu söylemeye kadar bir tekel oluşturdular. İslam'la ilgili her türlü referansı kendilerinden izin alınmadan kullanılmaması gerektiğini insanlara inandırdılar. Giderek İslam'ın yerine kendileri referans olmaya başladılar. Çünkü din istismarında, istismar edilen din unutulur, yerine istismarın kendisi kalır ve bu referans olmaya başlar. Bu referansların yanlış olduğunu söylediğiniz zaman da "tereciye tere satma" diye itiraz ederler.

'ODATV, TOPLUMUN ANTİKORUYDU'

Bu söyledikleriniz doğrultusunda Odatv'ye yapılan baskını nasıl yorumluyorsunuz?

-Odatv, gerçekten de sesi kısılan bir muhalefetin haykıran sesiydi. Bu sadece iktidarda AKP olduğu için değil, hangi parti olursa olsun muhalefetsiz bir demokrasi olamayacağını ortaya koyan bir sesti. Bir bakıma toplumun antikoruydu Odatv. Sadece AKP'ye oy vermeyenlerin değil, oy veren sessiz çoğunluğun da sesiydi Odatv. Tarım, kültür, bilim ve sanat gibi bir çok alanda saklanan gerçekleri, haberi yapılmayan pek çok gerçeği biz Odatv sayesinde öğrendik. Haber işçiliği yapan bir muhalefetti. Bu yine devam edecek inşallah. Bu baskından sonra Odatv'nin muhalefeti daha da geniş kitlelere duyurulacaktır.

'MİKROFAŞİZM TÜRBANLA BAŞLADI'

Buradan sizin ortaya attığınız bir kavram olan 'mikrofaşizm' konusuna gelmek istiyorum. Nasıl başladı ve bugün ne durumda mikrofaşizm?

Mikrofaşizim, türbanla başladı. Türbanı savunanlar, başı açık ve kapalılar bir arada yaşıyorlar, biz kimseye baskı yapmayız diyorlardı. Oysa türban bir simgeydi. Ben o dönemde bir inancın simgesinin olmadığını söylemiştim. İslam dini simgelere karşı çıkar. Yani inanıp inanmadığınızı gösteren herhangi bir işaret İslam dininin mantığında yer almaz. Ama bunlar İslam istismarcısı oldukları için türbanla bu mikrofaşizmi başlatttılar. İktidar her ne kadar 'başı açıkla kapalı yan yana yaşayabiliyor' dese de, medyada konuşlanmış olan iktidara akıl veren kalemşörler; iftira atarak, Ergenekoncu diyerek insanları karalayan o kiralık kalemler, sürekli olarak bir kadının başını örtmediği sürece en hafifinden günahkardır dediler. Mikrofaşizm böyle başladı. Günahkarlık en hafif cezadır, ısrar ederse kafir olur. Kabul etmezse de dinden çıkmıştır demeye başladılar. Başı açık olan kadınlar kendilerinin küfür veya günah baskısı altında olduğunu, sosyo-pisikolojik olarak hissetmeye başladılar. Genellikle de bu mikrofaşizmin baskısına maruz kalan kadınların bir çoğu bu şekilde örtünmeye başladı. Mahallede, köy kahvesinde, komşular arasındaki, ev sahibi-kiracı ilişkilerinde, Hoca öğrenci arasındaki ilişkide; toplumun her kadamesinde, her zerresinde ve hücresinde bu mikrofaşizm dalga dalga yayılarak makro hale geldi. Ardından da siyasal dinci faşizme dönüştü. Evet başı açık gezebilirsiniz ama sizin siyasi yetkiliniz, "benim başı örtülü bacılarıma dokundurtmam" diyecek. Dokunan kim peki. Hiç kimse dokunmyyor. Diğer taraftan sennin ülkenin bir profesörü de "dekoltelilere tecavüz müstehaktır" diyecek, hatta kendi internet sitesinde "başı açık olmak cariyelere mahsustur" diyecek ve sen başı açık gezeceksin. İşte mikrofaşizm budur.

Mikrofaşizmden makrofaşizme geçiş süreci konusunda bir zaman aralığı verebiliyor musunuz?

-12 Eylül darbesi bu konuda bir milattır. 12 Eylül, mikrofaşizmi, doğuran, besleyen ve kutsallaştıran bir milattır. Ardından Özal döneminde mikrofaşizm daha geniş bir yayılma alanı buldu. AKP dönemindeyse mikrofaşizm iktidara oturdu. Ben hep laikliğe vurgu yaparken, laikliğe en çok dindarların ve liberallerin sahip çıkmaları gerektiğini vurguladım. Şimdi yine tekrar ediyorum bunu. Çünkü liberaller tek tek gemiden atılmaya başlandı. Şimdi "bunlar bizi kandırdı, dinci faşizm uyguluyorlar" diye söylenmeye başladılar. Oysa biz laiklikten söz etiğimizde onlar da sanki aman aman dindarlarmış gibi laikliğe karşı cephe aldılar.

'SİYASAL İSLAM BİLİMİN NAMUSUNU DA ORTADANN KALDIRDI'

Üyesi bulunduğunuz akademik camiaya ilişkin değerlendirmeleriniz nasıl? Çünkü üniversiteler de son dönemde tartışmaların odağında bulunuyor ve ülkede büyük bir altüst oluş yaşanırken adeta çıt çıkmıyor...

-Üniversite adı üstünde evrensel düşünmeyi gerektiren kurumlardır. Türkiye'de üniversite sayısı 150'yi aştı. Ne yazık ki Türkiye'de ekonomik çöküntüyü, işsizliği, sanatsal yozlaşmayı ve kültür düşmanlığını bir yerde akademik bir dille karşılayabilme gerekliliğini ve kaygısının taşıyan insanların sayısı çok çok azdır. Bu, üniversite camiasına hiç de yakışmayan ve akademik camianın sınavı kaybeden bir duruma geldiğini gösteren bir örnektir. Sus pus olan, konuşmayan bir üniversite. İktidar ne kadar baskı yaparsa yapsın üniversitedeki akademisyenlerin hala özgürce konuşabilme hakları ve yetkileri vardır. Ancak bunları bile kullanmadıklarını görüyoruz. İnsanın özgürlüğü önce kendi zihninde başlar. Eğer kendinizi özgürlüğe layık görmüyorsanız istediğiniz kadat iktidarlar size özgür bir alan yaratsın bunu zaten kullanamazsınız. Yalnızca öğretim üyelerinin değil, rektörlerin de kendilerini bu demokratik, hukuksal ve zihinsel özgürlüğe kendilerini layık görmediklerini görüyoruz. Öğrneğin Selçuk Üniversitesi rektörü kalkıp dekolteyle ilgili açıklamayı düzeltir biçimde, "o bir akademisyendir, özgürdür her şeyi söyleyebilir" diyebiliyor. İfade özgürlüğü ama bu ifade özgürlüğü sanatsal, kültürel, bilimsel ve akademik bir takım koşullara bağlı olarak yapılır. Bütün bunları çiğneyerek rasgele konuşmak ifade özgürlüğü sayılmaz. Madem bu kadar Türk kadınına hakaret edecek, onları yerle bir edecek ve Cumhuriyete saldırıyı Türk kadını üzerinden yapacak kadar abuk subuk düzeysiz konuşmalar ifade özgürlüğüne giriyor da, çok masum; hatta belki de zorunlu olan eleştiriler ve halkı aydınlatmak gibi görevler neden akademik özgürlük içerisinde değerlendirilimiyor. Bunları akademisyenlerin ve rektörlerin düşünmesi gerekiyor. Hadi ahlak değerleri yozlaştı diyoruz. Peki bilimin de mi namusu yok? Demek ki siyasallaşan İslam, yalnızca toplumsal değerleri değil aynı zamanda bilimin namusunu da ortadan kaldırıyor ki saydığımız bu alanlardan hiç bir güçlü ve muhalif bir ses, yapıcı bir eleştiri gelmiyor.

'BAŞBAKAN TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ YAPIYOR'

Siz bunları anlatırken Başbakan Erdoğan'ın davranışlarını anımsadım. Topluma yön vermeye çalışan, birisinin cebinden sigarayı alıp kıran, yeni evlenenlere "üç çocuk yapın", bekar kaymakamlara " bir an önce evlenin" diyen; yön verme gayreti içindeki tavrını nasıl yoruluyorsunuz? Bir çeşit toplum önderi, İmam psikolojisi mi bu?

-Evet, biliyorsunuz geçtiğimiz yıl Temmuz ayında Diyanet İşleri Teşkilatı Yasasında yapılan değişiklikle İmamların cami dışında da kanaat önderleri ve eğitmenler olarak hizmet vermelerine yönelik düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemeden çok önce Sayın Başbakan kendisi bu davranışı fiilen uygulamaya başladı. Bir siyasetçi ya da bir başbakan olarak değil de, dediğiniz gibi halkı sürekli biçimlendirmeye çalışan, kendi inandığı ve düşündüğü gibi düşünmelerini ve davranmalarını bekleyen; bu yolla da her türlü devlet aygıtını kullanan bir profil çiziyor. Bir anlamda kaba bir toplum mühendisliği yaptığını söyleyebiliriz.

Yorumlar

Popüler Yayınlar