Odatv, 'Sırça Köşk'tekileri ürküttüğü için basıldı
Odatv'ye yapılan baskının ardından ortaya çıkan gelişmeler Türkiye'nin 12 Haziran seçimlerinden önce olağanüstü bir döneme girdiğini işaret ediyor. İktidar ve onun çevresine çöreklenmiş basının, çaresizlik kokan çirkin suçlamaları, düşmanın bile vicdanına dokunacak türden. Ancak yaşananların en vahimi, gazeteci arkadaşlarımıza yöneltilen "Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek" suçlamasının kamuoyunun vicdanında açacağı yaradır.
Dün Rize'den, Antalya'ya ülkenin bir çok kentinden Odatv baskınına yönelik öfke dolu açıklalamar, destek mesajları geldi. İktidarın ve yandaş basının savcılığa soyunup halk adına kin ve düşmanlık ölçümü yapmasına en iyi yanıtı yine halk veriyor. Odatv'nin seslerine kulak verdiği kitleler yaşanan trajediyi kaygı ve öfkeyle izliyor.
Ancak gazeteci arkadaşlarımıza yöneltilen halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek suçlamasının asıl gerekçesinin ne olduğunu baskının ardından "oh olsun" şakşakçılığına soyunan iktidar yalakası zevatın nevrotik hallerinde gördük.
Odatv'nin haber ve yorumlarında bir şekilde eleştiri konusu edilmiş olan kim varsa kanal kanal dolaştırılıp içlerindeki kin ve öfkeyi kusmaları için kurnalar kuruldu. Aslında kin ve öfkeye sevk olan halk değil, Odatv'nin yaptığı habercilikten rahatsız olan iktidarın sırça köşkünden beslenenlermiş.
Gazeteci Nedim Şener'in bu olanlardan sonra "gazetecilikten utanıyorum" açıklaması, içinde yaşadığımız dönemi özetleyen en anlamlı cümlelerden biriydi.
İsim isim saymanın hiç bir anlamı yok; tüm Türkiye izliyor olup bitenleri. İktidarın hareminde iç oğlanlığına soyunan iğdiş edilmiş meslek erbabını toplumsal hafızanın nasıl kaydedeceğini yakın gelecekte hep birlikte göreceğiz.
Türkiye'nin toplumsal hafızasındaki benzer linç girişimleri her kuşağın ezberinde duruyor. Toplumların tarihleri açısından bakıldığında çok da uzun bir süre olmayan 80-100 yıllık zaman diliminde yaşanan benzer linç girişimlerinden geriye linç girişimi yapanlar değil, linç'e uğrayanlar kaldı. Bir bakıma, zulmedeni değil, zulme direnenleri kaydetti halkın hafızası.
Sabahattin Ali'den Aziz Nesin'e, Can Yücel'den Turan Dursun'a gerçek Türk aydınlarının ortak yazgısının sonuçlarıdır yaşadıklarımız.
TÜRKİYE HİÇ BU KADAR KİRLENMEMİŞTİ
Ancak Türkiye'nin toplumsal dokusu hiç bu kadar vicdansızlık örneğiyle karşı karşıya kalmamıştı. İktidar'la neredeyse aynı yatakta yatan yandaş kalemşörlerin yarattığı iç burkulması, toplumsal dokuyu hiç bir dönemde bu kadar kirletmemişti.
Benzer sıkıntıları yaşamış olan Cemil Meriç, gibi bir aydının ardılı olmaya soyunan İslami referanslı aydınların vicdanları hiç bu kadar susmamıştı. İktidar sofrasına oturmayı reddederek varolmayı başarmış kimlikleri barındıran Anadolu'nun vicdanı hiç bu kadar kanamamıştı...
GERÇEKLİK DUYGUSU SIRÇA KÖŞKLERİ YIKACAK
Odatv baskını, iktidarın topluma vermeye çalıştığı dizaynı yıllardır görmeyen gözleri de açan bir sonuç doğuracak. Sabahattin Ali'nin, geçmişte "halkı kin ve düşmanlığa sevk etmekle" suçlandığı günlerde yazdığı Sırça Köşk masalını bugünlerde her zamankinden daha büyük bir umutla okuyorum, dostlarımla paylaşıyorum.
Sırça köşklerine halkın kendi elleriyle yerleştirdiği zevatın, giderek bütün varlığını sömürerek günün birinde ali kıran baş kesene dönüşmesini anlatan Sırça Köşk masalının ibretlik finali, bugün yaşadıklarımızı da özetleyen, sorgulayan niteliktedir.
Sabahattin Ali Usta'nın, gerçekliğin kalbinde dolaşan o ibretlik masalını bir kez daha anımsamaya herzamankinden daha çok ihtiyacımız var:
Sırça Köşk*
Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış.. Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alınteriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp:
‘Gelin beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız! ‘demiş.
Ötekiler:
‘Bu sırça köşk de nedir?’ diye sormuşlar, beriki:
‘durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!’ diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.
Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş.
İndikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz, uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.
Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.
Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde:
‘Allah Allah... amma da acayip memleket ha!..’ diye söylenirlermiş...
Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş:
‘Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?’
Ahbapların elebaşısı:
‘Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerde?’ diye öğrenmek istemiş.
‘Ne sırça köşkü?’
‘Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?’
‘O da neymiş?’
Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp:
‘Aman yarabbi , daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!’ demiş.
Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:
‘Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!’
‘Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi dostlar gidelim!’
Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup :
‘Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Madem ki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!’ demişler.
Yabancıların elebaşısı:
‘Olmaz.. Olmaz.. Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış, ‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!’diye direnmiş.
Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:
‘İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız..’
Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış:
‘Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize, hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.’
Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.
Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş.. aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık : ‘sırça köşk lazım, anladık , ama bu kadar çok kadar odaya , bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?’ diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış:
‘İşte’ demiş ‘şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu?.. Şu odalarsa baş yardımcılarımızın.. Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!’
Halk:
‘Pekala’ demiş, ‘ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?’
‘O mu? Ne diyorsunuz ? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?’
‘Ee.. şu odadaki?’
‘Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri , noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.. öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?’
‘peki, ya şuradaki?’
‘Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.’
‘Bunu da anladık, ya bu odadaki?’
‘Sırça köşkün odalarını süpürtür..’
Halk ne sorduysa cevabını almış , bütün odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş.. Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini , giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış.. sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş.
Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle, köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış.. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar.. Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:
‘Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti, parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört baş davar nedir ki?.. Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!’
Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı olarak giren , şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar..
Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış:
‘İyi ama bu başın beynini almışlar!’
Elebaşı balkondan seslenmiş:
‘Öyle.. Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!’
Başka biri :
‘Peki, ya bu başların dili de yok!’ diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş:
‘Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!’
Bir üçüncüsü :
‘Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!’
Elebaşı ona da cevap vermiş:
‘Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz , vazgeçin ondan da..’
Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:
‘Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada ‘şangır!..’ diye koskocaman bir gedik açmış.
Halk her şeyden sağlam , hiç bir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş..
Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken , şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış:
‘Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız.. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter..’
*Sırça Köşk, Sabahattin Ali (1945). YKY, 1. Baskı-2003
Yorumlar